Şifâsız hastalık: Redd-i mîrâs

A -
A +

Bunlara rağmen hâlâ mı mâzî düşmanlığı! Sultanlara hâin diyerek kimden rövanş alıp kimleri sevindiriyorsunuz? Ama unutulmasın ki mâzîsine şerefle sâhip çıkan bir “Elif” nesli yetişti. Sizin hâin dediklerinize her gün Fâtihalar ve Yâsinler okunurken, siz bunlardan nasipsiz kaldınız…

 

Dünyânın neresinde kendi bayrağının halkına karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıldığı görülmüştür?

 

Sahte ve yalan târihlerle bir nesil yetişti.

 

 

Anayasa’mızın 10. maddesi 1. fıkrası ve TCK’nın 122. maddeleri benzer bir sistemle kaleme alınmıştır. 10. maddede “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyâsî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kânun önünde eşittir” ifadesi yer alır.

1876 Kânûn-ı Esâsî’nin 17. maddesinde de “Osmanlıların kâffesi huzûr-ı kânunda ve ahvâl-i dîniyye ve mezhebiyyeden mâadâ, memleketin hukuk ve vezâifinde mütevâsîdir” denilmektedir. (Bütün Osmanlı milleti kânunlar önünde din ve mezhep konularından da ayrıca hukuk ve vazîfeler konusunda genişletilmiş şekilde eşittir)

Ayrıca 1924 Teşkîlât-ı Esâsiyye’nin 69. maddesinde “Türkler kânun nazarında müsâvî ve bilâistisnâ kânuna riâyetle mükelleftirler. Her türlü zümre, sınıf, âile ve fert imtiyâzları mülgâdır (kaldırılmıştır)” ifadesi geçer. Ayrıca aynı kânunun 73. maddesine göre işkence, zoralım, eziyet ve angarya yasaktır.

TCK ayrıca 1926’da devreye girmiştir. Kadınlar ve erkekler kânun önünde eşit haklara sâhiptirler. Devlet bu eşitliğin hayâta geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, âileye, zümreye veyâ sınıfa imtiyâz tanınamaz.      

Hâriciyemiz yıllarca aynı sülâle ve aynı soyadlarının tekelindeydi. Bu sülâleler yıllarca Batı gölgesinde yaşamamızı bize dayattılar. Kânûn-ı Esâsî ve Teşkîlât-ı Esâsîyye’de ve de Anayasa maddeleri bu kadar açıkken bu ülkede bu maddelere niçin i’tibâr edilmemiştir? Siyâsî düşüncesinden dînî inançları yüzünden ne kadar insana kıyılmıştır?

1950’ye kadar dindarlara yapıştırılmış yafta, önce “mürteci” sonra “gerici” ve “yobaz” oldu. Karikatürlerde kara cübbesi ve sarığıyla Müslümanlar tahkîr edilirken çarşaflı kadınlara öcü, -hâşâ- Karafatma denildi.  

Binlerce din ve kültür eseri, şenlik havasıyla meydanlarda yakıldı veyâ yabancı ülkelere yok pahasına satıldı. Ezan, aslından Türkçeye çevrildi, câmîler boş, minâreler ezansız kaldı.

Dînî emirlere uyarak başını kapatan hanımlar, bırakın üst düzey görevleri, resmî kuruluşlarda müstahdem bile yapılmadı. Başı örtülü hanımlar çocuklarının mezûniyet törenlerine bile alınmadı.

Dünyânın neresinde kendi bayrağının halkına karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıldığı görülmüştür? Kilometrelerce uzunluktaki şanlı bayrağımızla yapılan kalabalık “Cumhûriyet Mitingleri”, nefret haykırışları ve nefret bakışlarıyla hangi millete karşı yapılıyordu.

Lâik seferberliğin “kutsal marşı” hâline getirilen 10. Yıl Marşı’nda 15 milyon genç kime karşı (hâşâ) yaratıldı? Hangi düşmana gözdağı veriliyordu?

Gezi Olayları’ndan sonra sosyal medyada bir anda moda olan isim başlarına eklenen “TC” ibâresi kime karşı tehdit olarak kullanılıyordu? Diğer vatandaşlar hangi devletin uyruğundaydı acabâ?

İstiklâl Savaşı öncesi Erzurum ve Sivas Kongreleri’ndeki zevâta bir bakın. Hepsi sarıklı ve cübbeli değil mi? Cepheye mermi taşıyan kadınlarımız çarşaflı değiller miydi?  Çarşaf giyer veyâ giymezsiniz, sakal bırakır veyâ bırakmazsınız. İstiklâl Savaşı’nın bu efsânevî kıyâfetlerine bu kadar düşman olma hakkını nereden alıyorsunuz?

Ülkemizde değerlerimizin zedelenmesi süreci çok hızlı gelişti. Sonunda inanan-inanmayan cephesi doğdu. Sağ ve sol kavramları diğer ülkelerde olduğu gibi siyâsî ve ekonomik kavramlar değil inanç parantezi içinde özetlendi.

Bugünlerde Avrupa’da hızla yayılan aşırı sağ partiler neo-nazist ve neo faşist eğilimlidir. Türkiye’de böyle bir parti veyâ akım yoktur. Sağ partiler milliyetçi-muhâfazakâr, sol partiler ise anti İslâmist ve anti conservativedir. (Dînî ve millî değerler karşıtı)

Din düşmanlığı tâbiri yanlıştı. Çünkü İslâmiyetten başka her dîne saygı duyan bir kitle yalnız İslâm’a cephe aldı. Papaza, keşişe, hahama, râhibe, râhibeye sempati duyuldu; yalnız imamlar aşağılandı. İstiklâl Savaşı’nda düşmanla işbirlikçi olarak gösterildi.

Sahte ve yalan târihlerle bir nesil yetişti. Yalan söyleyen târihi değil yalan yazan târihçileri tanıyamadık. Kendi ecdâdımızı istilâcı, vahşî ve gaddar olarak tanıdık.

Dîvân edebiyâtımızı ve klâsik müziğimizi meyhâne nevâlesi olarak tanıttılar.

Cumhûriyeti düşmanlardan mı yoksa sultanlardan mı kurtararak kurduk?

Cumhûriyetimizi Türklük sütûnu üzerine binâ ettik dediler; hakîkî Türkçü samîmî vatan evlâtlarını Nihâl Atsız, Alparslan Türkeş, Zeki Velîdî Togan gibi nice bilim adamını ve siyâsileri  tabutluklarda işkenceye tâbi’ tuttular.

Fâtih Sultan Mehmed’i Hristiyan, Yavuz’u hunhâr, Kânûnî’yi yatak ve etek düşkünü, İbrâhim’i deli, 4. Murâd’ı homoseksüel yaptılar. Onlara göre Abdülazîz’i âciz, rûhî dengesi yerinde olmayan, intihâr eden bir zavallı, Abdülhamîd’i baykuş, kızıl sultan, sansürcü vehimli bir korkak olarak tanıttılar! Son noktayı da Oğuz neslinin son asîli Sultan Vâhideddîn Han’ı vatan hâini (sümme hâşâ) olarak okuttular.

 

OĞUZ-KAYI’NIN SON ASÎLİ VÂHİDEDDÎN HAN

 

Bugünlerde son derece haksız ve insafsızca saldırıların hedefinde Vâhideddîn Han var. İnsanın canı sıkılınca ecdâdına saldırması herhâlde bizde görülen bir ucûbedir. Kökü, soyu sopu belli olmayan Batı devletleri devşirme ataları ile övünürken, Ötüken’den Viyâna’ya adâletle nizâm vermiş, en az üç asır dünyâya âdâletle hükmetmiş, en az üç asır dünyâ beyi olmuş böyle bir ecdâda saygı duymak gerekmez mi?

 

UMÛMÎ HARB SENDROMU

 

Bir def’a peşînen şunu belirtelim ki, bizi Umûmî Harb’e sokan İttihâdcılardır. Ve bu harb bize çok pahâlıya patlamıştır. Ümitsizlik bütün yurdu sarmıştır. Kâzım Karabekir Paşa yıllarca sonra kaleme aldığı “İstiklâl Harbimiz” adlı eserinde yakın dostu İsmet Paşa ile olan konuşmasını şöyle aktarmıştır. “29 Teşrinsânî’de  (Kasım) Zeyrek’te misâfir olduğum birâderimin bahçesinde Çamlıcalara kadar uzanan geniş manzara içinde İ’tilâf Devletleri’nin bir yığın teknesiyle istihzâ eden (alay eden) muazzam Süleymâniye Câmii karşımızda Türklüğün bir heykel vakârı gibi mağrur duruyordu. Pek eski ve pek samîmî arkadaşım İsmet Bey bedbîndi (kötümser) şöyle konuşmuştu: “Gördün mü Kâzım, her şey mahvoldu. Vaktiyle gördüğün gibi bizi savaşa sürüklediler ve bitirdiler. Derdin ki batıracaklar ve hayâtımızla didişeceğiz. Fakat benim hiçbir ümîdim kalmadı. Ben karârımı söyleyeyim mi Kâzım? Köylü olalım. Askerlikten istifâ edelim. Senin kaç liran var? Birleşelim Kâzım Ağa, İsmat Ağa olalım. Hayâtımız çiftçilikle sürdürelim. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil Kayı XI, Osmanlı Târîhi  Elvedâ  Timaş Yay. İstanbul 2020 s. 205)

 

SAMSUN VE MUSTAFA KEMAL

 

Aslında Mustafa Kemâl’in Anadolu’ya gönderilmemesini isteyen Enver Paşa’dır. Belge bâzı bölümleri çıkartılmış olarak şöyledir:

Muhterem Velî-i ni’metimiz, hayâtımız, pâdişâhımız efendimiz hazretlerine,

Yapmış olduğum tahkîkatın netîcesi olmasa da arz etmiş olduğum veçhile Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi bâdi-i felâketimiz (felâket sebebimiz) olacaktır. …….. Mustafa Kemal’i vâkı’ dâvetime icâbet ettiremedim. “Enver, benim için Yusuf İzzeddîn’e yaptığını bana da yapacak” demiş.  Emirlerinize intizârdayım efendim hazretleri.

Târih- şifre Enver (belgelerlegerçektârih.wordpress com.; Kadir Mısıroğlu, Osmanoğullarının Dramı, Sebil Yayınevi 6. Basım, İst. 1992, s. 84-86)

Vâhideddîn’in Mustafa Kemal’e verdiği ve Avni Paşa’nın el yazısı ile istinsâh ettiği fermânın sureti şudur:

Yâverân-ı şehriyârândan  (Sultan yâverlerinden) eski Harbiye Mîralayı (Albay) Mustafa Kemal Paşa’yı Harb-i Umûmî’den  (1. Dünyâ Savaşı) müttefekayn (iki müttefik) hesâbına zıyâı (kaybı) üzerine tahassul eden (meydana gelen) vaziyet-i siyâsiyye  (siyâsî durum) ecdâd-ı izâmımın (yüce atalarımın) mülkünü ve makâm-ı hilâfeti ve saltanâtı müşkil ve tehlikeli bir sâhaya sürüklediğinden, hükûmet-i seniyyemizin karârı veçhile (karârı doğrultusunda) ta’yîn olduğunuz mıntıkada âsâyişi te’mîn ve maraza-i şâhâneme mugâyir ahvâlin hudûsunu (saltanâta ârız olabilecek hâllerin meydana gelmesini) men’ ile cümleten def’-i sa’yile bezl-i cehd ü gayret ederek (zararlı hususların hepsini def etmek için üstün bir gayret göstererek) milletimizin dokunulmazlığını isbâtlamak ve mülkünü eyâdî-i mütearrızıynden (saldırganların) tahlîsi (kurtulması) için yek-vücûd hareket edilmesini selâm-i şâhânemle (saltanat selâmı) asker, me’mûrîn ve ehâlîye teblîğimi irâde ettim. (Mevlânâ-zâde Rif’at Türk İnkılâbının İçyüzü, Halep 1929, 2. Fasıl, s. 36)

Bu ümitsiz durumlarda Sultan, bir kurtuluş ararken Dâmâd Ferîd’in pâdişâha sunduğu listenin başında Mustafa Kemal Paşa’nın adı yazılmıştır. Kendisine muhâlefet eden ise Harbiye Nâzırı Osman Şükrü Paşa’dır. Osman Şükrü: “En iyi askerimizdir, bâzı sebeplerden dolayı bence münâsip değildir. Üstelik cumhûriyetçi olduğu söylenir.”

Vâhideddîn Han konuyu ablası Medîha Sultân’ın kardeşi ve sırdaşı mevkiindeki Abdurrahmân Sâmî Beyle istişâre etti. Sâmî Bey, dayısı Pâdişâh’a sâdece cumhûriyet taraftârı olduğundan söz etmiştir. “Hânedânı düşünün” demiştir.

Vâhideddîn: “Hangi hânedân, hepsi hânendegân oldu. (şarkıcı) Mâdemki en iyi askerimizdir, öyleyse onun gitmesi lâzım” der. (Age, Kayı XI, s.215 ( Bayur, Türk İnkılâbı Târîhi, c. II / IIs. 269-270)

Avni Paşa’nın Hâtırâtı’nda bildirdiğine göre Mustafa Kemal Samsun’a gitmeden önce Sultan Vâhideddîn’in huzurunda söz vermiştir. Sadrâzam Dâmâd Ferîd ile Yâver Avni Paşa’nın hâzır bulunduğu bir mecliste, sağ elini Kur’ân-ı kerîm üzerine basarak şu yemîni etmiştir:  Bakanlar kurulunun düzenlediği Pâdişâhın irâdesine sunulan 21 maddelik özel tâlimâtla bana verilen yetkiler doğrultusunda, Pâdişâhımızın Anadolu illerindeki bütün mülkü ve asker ve me’murlar üzerinde icrâsına görevlendirildiğim denetleme ve soruşturmaları, Halîfe hazretlerinin yüksek rızâsı çerçevesinde iftihâr kaynağım ve övüncüm olan tam bir sadâkatle elimden geldiği kadar yapacağıma vallâhi ve billâhî. (Sâdeleştirilmiştir)

Sultân Vâhideddîn bu iş için lüzûmlu parayı da şahsî atlarını satarak te’mîn etmiştir.

Kadir Mısıroğlu, Nihâl Atsız’ın kitâbını kaynak göstererek Sultân Vâhideddîn’in bu sûretle elde ettiği 40.000 altını Mustafa Kemal’e verdiğini aktarmaktadır. (Nihâl Atsız, Türk Ülküsü, İstanbul, 1965, s. 86)

Mustafa Kemâl, Donanma Cem’iyyeti’nden de 400.000 lira talep ettiğini Nutuk’ta da belirtmiştir. (Nutuk, Ankara 1927 s. 306)

Sultan Vâhideddîn, Mustafa Kemâl’e verdiği paradan başka 1921 yılının ortalarında Türk askerlerine verilmek üzer Hilâl-i Ahmer için açılan yardım kampanyasına 10.000 lira bağışlamıştır. (Metin Ayışığı, 30 Ağustos Zaferi ve İstanbul’daki Yankıları, Târih ve Toplum Dergisi, Eylül 1992, s. 105, s.171)

Sultan bununla da yetinmemiş Büyük Taarruz’un başladığı gün TBMM Vekiller Hey’eti Reisi Raûf Bey’in orduya yardım edilmesi için halka çağrıda bulunması üzerine açılan yardım kampanyasında 5.000 kendisi, 1.000 lira da hanımı için toplam 6.000 lira bağışta bulunmuştur. (İkdâm Gazetesi, 10 Eylül 1922, s. 8692)

 

VÂHİDEDDÎN HÂİN MİYDİ?

 

“Sultan Vâhideddîn hâin değildir. Bâzı hoş olmayan şeyleri mecbûren yapmıştır. Bu arada ülke için çok iyi şeyler de yapmıştır. Ben Vâhideddîn için hiçbir zaman hâin demedim; çünkü ne kadar zor şartlar altında pâdişâhlık yaptığını biliyorum.” (Eski Başbakan Bülent Ecevit)

Bu söylemler Fransız ve Rus İhtilâllerinden sonra da böyle olmuştur. Ama yeni rejim yerleştikten sonra geçmiş dönemleri daha dikkatli tedkîk etmek ve inceleme yaparken böyle kavramlara yer vermemek gerekir. (Yılmaz Öztuna Türkiye gazetesi, 15 Eylül 2022)

“Sultan Vâhideddîn, Sevr dâhil hiçbir sebeple hâinlik yapmamıştır.” (Prof. Dr. Ali Satan, Türkiye gazetesi, 15 Eylül 2022)

Sultan Vâhideddîn Han memleketi harbe sokan ve felâkete sürükleyen bir aktör değil tam tersine, harbin sonunda tahta çıkan bir hükümdardır. 1922’de Ankara Meclisi Saltanât’ı kaldırdı.  Pâdişâha da cân güvenliği kalmadığı için memleketi terk etmekten başka yol kalmadı.  Kalsaydı iç savaşa sebep olabilirdi. (Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye gazetesi, 15 Eylül 2022)

 

SÛFÎ VE FAKÎH BİR SULTAN

 

“Babam kendi arzûsuyla ilmin her noktasında imkânı derecesinde çalışmış hatta Fâtih Medresesi’nde İlm-i kelâm, fıkıh, tefsîr- i Kurân, ve Hadîs-i Nebeviyye bilhassa tahsîl etmiştir. Aynı zamanda Nakşî Hâlidî kolundan bir sûfî olan Pâdişâh, Gümüşhânevî Tekkesi’nin intisâblısıdır. Ömer Ziyâeddîn Dağıstânî’nin sohbetlerinde bulunmuştur. Ondan dersler almıştır.” (Vâhdeddîn Hân’ın Kızı Sabîha Sultan, Mâbeyn Kâtibi Ali Fuâd Türkgeldi’nin ‘Hâtırâtı’ndan)

Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de onun bir fıkıh âlimi olduğunu söylemiştir. Son Şeyhülislâmlardan Mustafa Sabrî Efendi muhtelif fıkhî mes’elelerde onunla mütâlaa ettiğini ve karşısında ter döktüğünü söylemiştir.

İlber Ortaylı da Habertürk’teki “Teke Tek” programında Sultân’ın bir İslâm fıkhı âlimi olduğunu belirtmiştir.

 

NE DE KOLAY HÂİN DİYORSUNUZ!

 

Sultan, yurt dışına mecbûren giderken hazîneden beş kuruş almadı. Hâlbuki hâzîne-i hâssa pâdişâh hazînesidir. Onu boşaltarak yurt dışına kaçsaydı kim ne bilecekti? Daha da önemlisi âilesinin mal varlıklarını bile kayıt altına aldırtıp hazîneye devretmiştir.

Vefâtından sonra parasını ödeyemediği kasap, bakkal ve esnaf Sultân’ın kapısına üşüştü. Mognolia villasına bile haciz kondu. Onun husûsî çekmecesinde 17 çeyrek lira, bir de pırlantaları sökülmüş nişan bulunmuştur. Koca Sultânın tâbutuna bile haciz konmuştur.

Yurt dışına sürgün edilen bütün hânedân bu sefâleti yaşamıştır. Kimi mezarlık bekçiliği yapmış, kimi Fransız ordusunda bulaşıkçı olmuş veyâ Fransız askerlerinin düğme ve söküklerini dikmek zilletine katlanmış ve sefâlet içinde yaşamışlardır

Hânedânın özellikle ikinci nesli haymatlos (vatansız) kimliksiz olarak ve Türkçe bile bilmeden yaşamış, Kur’ân, ezan, bayrak,  gibi kutsallara yabancı kalmış, Hristiyan ellerinde onların mezarlarına defnedilmişlerdir.

Bunlara rağmen hâlâ mı mâzî düşmanlığı! Sultanlara hâin diyerek kimden rövanş alıp kimleri sevindiriyorsunuz? Ama unutulmasın ki mâzîsine şerefle sâhip çıkan bir “Elif” nesli yetişti. Sizin hâin dediklerinize her gün Fâtihalar ve Yâsinler okunurken, siz bunlardan nasipsiz kaldınız. Artık gerisini siz düşünün. Çünkü bunu hak ediyorsunuz...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Ahmet ÇINAR 3 Kasım 2023 01:01

Düşüncelerimize ve duygularımıza ancak bu kadar isabet ederdi bu yazı. Tebrik ve teşekkür ediyorum