Suudi Arabistan-İran Gerilimi…

A -
A +
Suudi Arabistan ile İran arasında yaşanan gerilim, her şeyden arındırılarak daha çok mezhepsel çelişkilerle takdim edilmek isteniyor. Oysa asıl sorun, Orta Doğu’nun giderek kızışan yeni jeopolitiğinde saklı. Bu yeni jeopolitiğin ajandası ise, yeni enerji denklemlerinin tesisi ve bunun yörüngesinde cereyan eden stratejik hamlelerin seyriyle belirleniyor.

Özellikle OPEC üzerinden bu iki ülke, bir süredir bloklaşarak özellikle petrole odaklı sürtüşmelerini mekânsal egemenlik mücadelesiyle de pekiştirerek tırmandırıyor. İran’ın Batı’yla nükleer anlaşmasının ardından üzerinden ambargonun kalkacağı döneme hazırlanırken özellikle petrol üzerinden bölgedeki rakiplerinin pozisyonlarını zayıflatmanın stratejik hesaplarını yapıyor. Bunun için hem mekânsal açıdan stratejik heveslerini gerçekleştirmek adına hem de petrol üzerinden bütünleşmiş bir güç oluşturma adına Irak’ın merkezî yönetimini vesayeti altına almış ve Suudi Arabistan ile ona destek olan veya onun safında yer tutan Körfezin diğer ülkelerine karşı petrol ittifakı kurmuştur.

Hedef Suudi Arabistan’ın yaklaşık günlük 10 milyon varillik petrol üretimini yakalamak, mümkünse üstüne çıkmak. Bugün İran’ın günlük petrol üretimi 3 milyon varil iken Irak’ın bunun biraz daha altındadır.

Orta Doğu’da kuvvetli bir silah olan petrol veya doğal gaz fiyatları üzerinden dünyanın diğer aktörlerini, küresel enerji oyuncularını etkilemenin bir süredir en ince hesapları yapılıyor. Özellikle Suudi Arabistan, petrolde küresel arz fazlası olmasına rağmen üretimi kısmayarak, petrol fiyatının düşmesini göze alarak, rakipleri karşında pozisyonunu korumayı, üretim maliyeti yüksek olan petrol üreticilerine (buna ABD’nin kaya petrol üreticileri de dahildir) karşı hamle üstünlüğünü elinde tutmayı hesaplıyor.
Bugüne kadar bu stratejisini uyguladı. Buna bazı Körfez ülkeleri de katıldı.

Şimdi yaşanan bu gerilim, İran’ın piyasaya girişinin arifesinde karşılıklı stratejik hamlelerin ürünü olarak yaşanıyor. Bir süredir Yemen üzerinden başlayan bu gerilim şimdi doğrudan iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş durumda. Bu karşılaşma, bir yandan Aden geçişi diğer yandan Hürmüz geçişi açısından jeopolitik ve jeostratejik niteliktedir.

İran’ın Hürmüz Boğazı'nı kapama riski, buradan geçen tankerlerle petrol taşımacılığının (yaklaşık %30) korkulu rüyası. Bu gerilimin bu noktaya taşınması, yaşanabilecek en üst stratejik hamledir ve buna sadece Suudi Arabistan’ın değil birçok ülkenin müdahalesi kaçınılmaz olur. Diğer yandan Suudi Arabistan’ın petrol sahalarının bulunduğu bölgelerde Şii nüfusun varlığı ve buna dayalı muhtemel etkili bir karışıklığın yaşanması durumunda İran’ın buna bağlı olarak muhtemel bir askerî hamle yapması, iki ülke arasındaki gerilimin başka aktörleri de etkileyen ve kapsamlı bir çatışma iklimine dönüşecek bir başka faza geçişin nedeni olur.

İki ülke arasındaki gerilimin bir başka boyutu ise, Suriye’de iki ülkenin sahip olduğu pozisyonların geleceğiyle ilişkilidir. Bu durum aynı zamanda Suriye’nin geleceği anlamına da gelmektedir. Bu gerilim, Suriye’de işlerin büsbütün çıkmaza girmesine zemin hazırlar.

Tüm bunların yanı sıra işaret edilmesi gereken bir başka gerçek ise, İran’ın son yıllarda artan düzeyde İslam coğrafyasında izlediği tutumla ilişkilidir. Bu tutum açıkça Şii yayılmacılığı biçiminde yansıyan ve İslam Dünyasında bloklaşmayı derinleştiren, bu bloklaşmada terör örgütleriyle ilişkiler kuran ve doğrudan uluslararası hukuk ihlallerini içeren tutumdur. Özellikle Irak ve Suriye de mezhepsel ayrışmalar, stratejik ve siyasal açıdan derin bir çelişkiye dönüştürülerek çıkar devşirmenin alanına çevrilmiştir.

Böylece aynı inancın ve dinin mensupları birbirlerinin en kutsal alanlarını; camilerini havaya uçurarak İslam coğrafyasının başkalarının av sahasına dönüşmesine yol açmıştır. Öte yandan DAEŞ gibi İslam adına İslam’a en büyük kötülüğü yapan terör örgütleriyle de adına mezhep savaşı denilen bu büyük oyun sahneye konmuştur.

Olan mazlum halklara ve İslam coğrafyasının medeniyet birikimine olmaktadır. Yozlaşmayı, yıpratılmayı, çözülmeleri, düşmanlaşmayı kalıcılaştırarak İslam coğrafyasından uluslararası sistemin değersizlik bunalımından kurtulmasına yarayacak bir modelin ortaya çıkmasının önü kesilmektedir.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in İran'da gerçekleştirilen 29. Vahdet Konferansındaki konuşmasında vurguladıkları, artık Türkiye eliyle kurumsallaşmalı ve İslam Dünyasındaki tüm fitne ve fesat akımların ve unsurların köreltilmesinin stratejik ana hatlarını oluşturmalıdır.

Prof. Dr. Görmez diyor ki: “Bölgemizde yaşananlara hiçbir mümin vicdan sessiz kalamaz ve kalmamalıdır. Fitne ve tefrika ateşinin İslam ümmetini her taraftan kuşattığı günümüzde işgal ve istibdatlardan sonra bugün her türlü şiddet ve cinayeti caiz gösteren, kendilerinden olmayan herkesi tekfir ederek ötekileştiren anlayış, İslam dünyasının kalbine bir hançer gibi saplanmış durumdadır… Bugün iman, akıl ve hikmetten uzak terör şebekelerinin, Peygamberimizin mübarek ismini sözde bayraklarına nakşederek İslam'a verdikleri zarar, düşmanların verdiği zararı geçmiştir… Diğer taraftan İslam topraklarını kan gölüne çeviren çatışmaların dinin aslından ya da mezhep farklılıklarından kaynaklandığı da söylenemez. Bu vahşetin köklerini asr-ı saadette, Hz. Peygamber'in hadislerinde, Hz. Osman'ın katliyle başlayan fitne döneminin akabinde yaşanan mezhep ihtilaflarında aramak beyhudedir. Zira bunlar, modern zamanların işgal ve sömürgelerinden sonra istibdatların gölgesinde, yoksulluk, cehalet ve esaret altında büyüyen yaralı bilinçlerin ürünüdür…”

Tüm bu tespitlerin ışığında tarihte yapılacak bir fikri takipte ortaya çıkmaktadır ki; İslam’ın dahili düşmanları harici düşmanlarından her zaman fazla olmuştur.
Bu noktada Türkiye’ye büyük bir görev düşmektedir. Bu görev, tüm mazlumlar için kurtuluşun habercisi niteliğindedir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.