İhtiyar Hurufi, çok müthiş rol yapıyordu!

A -
A +
Kripto, isteğin beylerden gelmesine sevindiğini belli etmeden Hurufi’nin kulağına bir şeyler fısıldadı.
 
 
Serin bir rüzgâr dışarıdan bitmez, tükenmez senfoni gibi esip duruyor, Köşk’te olanların sevincine eşlik ediyor gibiydi. Yeşil Bursa’nın yalçın Keşiş Dağı yamaçlarındaki bu kartal yuvası tarihî günlerini yaşıyordu...
               ***
Erkara, Kripto’dan hocasının hayatını bir daha anlatmasını istirham etti. Palabıyık ve birçok arkadaşı bu ilginç hikâyeyi merak ediyorlardı. Bu kadar şeyi istemeye de hakları vardı tabii.
Kripto, isteğin beylerden gelmesine sevindiğini belli etmeden Hurufi’nin kulağına bir şeyler fısıldadı. O da gülerek;
- Beylerim ister de ben anlatmaz mıyım? Canlara canım feda, dedi. Hurufi, tamamen düzmece olan renkli hayat hikâyesini “masalcı dede” gibi iştahlı iştahlı anlatıyor, etrafındakileri coşturuyordu.
- Horasan erenlerinin nur saçan sıcak âlemlerinde dünyaya gözlerimi açtım, deyip dalıp gitti. Hazret-i Ali efendimizin cenkleri, kırklar, yediler, üçler ve bütün ervah-i âlemin menkıbeleri içinde büyüdüğünü, anlatıyor, dinleyenleri hayran bırakıyordu.
- Hele o Temur yok mu? Ah, Temur ah! dedi. Bir iç geçirdi. Erkara, bulunduğu yerden hamle yaptı. Gelip Hurufi’nin dizi dibine oturuverdi. Palabıyık da ilk defa tanıştığı bu “mübarek” zâtın anlattıklarını kaçırmak istemiyordu! Aynı hareketi taklit edip o da ihtiyarın yanına iyice sokuldu.
- Anlat muhterem efendim. Hele bir anlat elini, ayağını öpeyim. Temur kelimesi neden ah çektirdi?.. dedi Erkara. Gün görmüş ihtiyar Hurufi, çok müthiş rol yapıyor, kedinin fareyi tetiklemesi gibi muhataplarıyla oynuyordu. Aklına bir hinlik gelince elinde olmadan gülerdi. Yine öyle oldu. Lakin gülünecek yer değildi. Duygularına hâkim olmalıydı. Kurumuş, kalın damarları çıkmış ellerini yüzüne kapattı. Böylece hem yüzündeki ifadeleri gizlemiş, hem de ağlıyormuş gibi görünmüş olacaktı. Oyun tuttu. Hatta Palabıyık, Erkara’ya eğilerek;
- Muhteremi kederlendirdin. Yaptığını beğendin mi? diye çıkıştı. Öyle etkilenmişti ki arkadaşını incitmekten çekinmedi bile. Büyük bir mevtanın matemini tutar gibi herkes bir müddet süklüm püklüm bekledi öylece.
İhtiyar Hurufi yeniden toparlandı. Burnunu çekti. Gözlerini kuruladı. Ayaklarını uzatıp uzatıp çekti. Bağdaş kurdu. Uzun vişne ağacından yapılmış asasını dizlerinin altına gizledi. Soluk mavi gözlerini oradakilerin bakışları üzerine dikti. Birer Buda heykeli gibi hareketsiz duran bu kendine inanmışlara baktı, baktı… Sonra Erkara’nın omzundan tuttu. Palabıyık’a döndü;
- Anlatayım… dedi. Tekrar etrafına göz gezdirdi ve devam etti.
- Ben şimdi altmışını geçiyorum. O vakit pek gençtim. Tuttuğunu koparan, attığını vuran ve nice molla geçinenleri, talebeleri önünde mat eden, etrafına huzur saçan, bilge biriydim. Tâ ki onu görene kadar.
- !!!..
- Kendisi hiçbir erkeğe benzemezdi.
- Ya neye benzerdi efendim?
- O bir ayağı kırık kelbe benzerdi!..
Hayretten nefes almıyorlardı. Geçmişi seven ve bütün harikaları mazide sanan, eskiyi kutsallaştıran her ihtiyar gibi hikâyesine başladı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.