Sabaha kadar gözlerine bir türlü hükmedemedi...

A -
A +
"Perişan edersin kendini. Ne uyursun, ne bir lokma yersin… Biraz istirahat etsen efendi…"   Hadisenin, Padişah efendilerinin itimat ederek, emanet ettiği yerde olmasından dolayı da âdeta ölüp ölüp, diriliyordu kocacığı... İyi de habersiz, kendi reyine göre mi müsaade etmişti? Yoksa, verilen emri mi yerine getirmişti? İşte onu tam anlayamamıştı. Evinin direği, hayat arkadaşına açıkça da soramıyordu. Hangi hâlde olursa da olsun Matlube Hanım, sabır ve metanetle kocacığına yardım etmeye, destek olmaya kararlıydı. Süleyman Çelebi’ye iyice yaklaştı. Üzgün ve çaresiz başını okşadı. Mendilini çıkarıp gözyaşlarıyla ıslanmış sakalını, yüzünü, gözünü sildi. - Perişan edersin kendini. Ne uyursun, ne bir lokma yersin… Biraz istirahat etsen efendi… Süleyman Çelebi, konuşulanları duymamış gibi, elinde olmadan kafasını duvara vurdu. Hayıflanarak söylendi. - Vâiz-i muazzammış! Seyyid-i ekbermiş! Daha neler, neler?!.. - Çelebim nedir bu söylediklerin? Kimmiş bu seyyidler, vâizler? Neyin nesi, bu olup bitenler? - Sorma sultanım! Daha ne unvanlar, isimlerle tanıtılan bu zatı iyice tanımadan kürsüye çıkmasına müsaade ettim. Aklıma kötü şeyler gelmedi. Bir araştırma, inceleme de yapamadım. Nereden bilecektim münafık olduğunu, koynunda haç taşıdığını? Ah, ah akılsız başım ah!.. Duvarlara vursam da nafile. Göğüs kafesi daralıyor, havasız kalmış gibi boğuluyordu sanki. Kafasını iki eli arasına aldı. Bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Evet bir çocuk gibi koca şair, edip ve ilim adamı çaresizdi. Yatak odasına çekildi. Soyundu, uzandı. “Belki biraz olsun rahatlarım” diye düşünüyordu. Fakat gözlerine uyku girmedi. Ateşsiz bir hastalık her tarafını yakıyor, soğuk soğuk terliyordu. Uyumak azmiyle önünü kıble istikametine getirecek şekilde, sağ yanı üzerine yattı. Gözlerini sıkı sıkıya kapattı. Sağ elini sağ yanağının altına koydu, dizlerini karnına doğru çekti. Sol elini, sol kalçası üzerine yerleştirdi. Her gece okuduğu dualarını okudu. Maalesef göz kapaklarına söz geçiremiyor, bir türlü uyuyamıyordu. Ters tarafa döndü. Sırtüstü uzandı. Yüzükoyun yattı. Her ne yaptıysa pis, cılız bir ihtiyar, karşısına dikiliyor, uzamış tırnaklarıyla yüzünü, gözünü tırmalıyor, tırmalıyor kaçıyordu. Cesur ecdadını, yiğit karındaşlarını, saf milletini düşünüyor, kadın erkek, çoluk, çocuk ellerini kaldırmış beddua ettiklerini görür ve duyar gibi oluyordu. “Bu çalışkan, fedakâr, güzel insanların ne suçu vardı? Yüzlerine nasıl bakacağım? Ben masumum, suçum yok diyebilecek miyim?..” O kadar soru yağmuruna tuttu ki vicdanını, yanına uzanmış olan refikasını bile fark edemedi. Sabaha kadar gözlerine bir türlü hükmedemedi. Hava henüz ağarırken Matlube Hanım’ı uyandırmak istedi. Kıyamadı. İçindeki zehirli azabı boşaltmak için acele ediyor, fakat, heyhat ki, kendini zavallı ve masum göremiyordu bir türlü. Artık sabah olduğunun işareti olan horozlar ötüyor, derinden gelen ezan sesleri Bursa’nın üzerine dalga dalga yayılıyordu. O ise hâlâ nefsiyle hesaplaşmada, korkunç bir meydan muharebesindeydi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.