"Benim ne kadar zalim olduğumu bilemezsin!"

A -
A +
Bu, yabancı birisi değildi. Tanıdık bir sima, hem de çok yakın tanıdığı Doğan’dı!..
 
Eşkıya, Doğan Bey'in ellerine sarıldı:
- Başkaları beni alt etseydi, hançeriyle sırtıma çıksaydı, hiç tereddüt etmeden öldürür, sonra da etlerimi lime lime yapar, buradaki ağaçlara tek tek asar, kurda, kuşa yem ederlerdi. Bununla yetinmez, kellemi bir mızrağa takıp sokaklarda gezdirir; “İşte yedi başlı canavar eşkıyanın sonu!” diye tellallar bağırtırlardı. Sen… Sen ise müşfik bir baba gibi davrandın. Fırsat elindeyken, öldürmen mümkünken canımı bağışladın. O güzel, temiz ellerini, çirkin kanımla kirletmedin. Şimdi sana bir de can borcum oldu yiğit delikanlı!
- Kendini yorma!
- Hayır!.. Bırak, yorayım!.. Benim ne kadar zalim olduğumu, bir ben bilirim. Kulaklarımda ne çığlıkların, yalvarmaların, ağlamaların yankıları, elimde nice gençlerin kanının izleri var. Dönüşü olmayan bir gayeye atılmıştım bir kere. Çok çıkmak istedim. Beceremedim. Her defasında birileri itekledi bu vahşi dünyaya. Şimdiyse yenilmiş, kanadı, kolu kırılmış biri olarak utanmadan konuşuyorum. Nereden bilecektim cihanın huzuru, Osmanlının bir genciyle karşılaşacağımı? Sırtımın yere geleceği, bileğimi bükecek birinin karşıma çıkacağı varmış kaderimde. Ölmeye çoktan razıyken ve hak etmişken…
Üryan Eşkıya daha fazla konuşamadı. Sicim gibi dökülen yaşları, yanaklarından derecikler oluşturarak topraktan çamurlaşmış elbiselerine damlıyordu şıp, şıp…
- !!!...
- İste, bundan sonraki hayatında kölen olayım. Senin yerine ben ağlayayım, yerine ben üşüyeyim, ben aç kalayım, ben ter dökeyim ve… Ve gerekirse senin yerine ben öleyim. O zaman ruhum belki rahat uyur ebediyen.
Doğan Bey, kendine köle olmaya hazır bu adamdan dinlediği müthiş itiraflar, yaşadığı korkunç hadiseler ve şimdi de bu alicenaplığı karşısında küçük dilini yutacak gibi olmuştu. Başı döndü, kulakları uğuldadı. Soyulan biçarelerin çığlıklarıyla mağara çınlıyor gibiydi.
Köşede yanan çıranın oynak ışıkları altında daha bir belirlenen sarkıt ve dikitlerin arasında yürüdü. Diplerde, derinlerde bir şeyler arar gibi baktı. Kuytu köşelerde, karanlık çukurlarda gördüğü insan iskeletleri tüylerinin diken diken olmasına sebep oldu.
Gözünün önünde sarı benekler uçuştu. Soluk, hareketsiz kanlı, ıslak, bir yüz belirince ürkerek durdu. Bu yabancı birisi değildi. Tanıdık bir sima, hem de çok yakın tanıdığı Doğan’dı, kendi yüzüydü. Üzerine atılan kılıcı maharetle savuşturmasaydı, akıbeti kesin ölümdü. Zalimin gırtlağına basıp haddini bildirmeseydi, hakkını nerede, nasıl koruyacaktı? Netice de buradaki iskeletlerinkinden farksız olamazdı herhâlde.
Öldürülmesinden ziyade kendine emanet edilen mühim vazife yapılamayacak, suçlular yakalanmayacaktı. Adalet mutlaka yerini bulacaktı. Bundan şüphesi yoktu. Mühim olan kendinin bu vazifeyi noksansız, zamanında yerine getirmesi, din ve dünya saadetine kavuşmasıydı. Ümitleri, güvenleri boşa çıkarmaması, işi geciktirmemesiydi. Yoksa Osmanlıda Doğan çoktu. Biri olmazsa diğeri olurdu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.