Hayallerinden arı vızıltısıyla uyandı Matlube Hanım...

A -
A +
Bir Doğan’ı seferdeydi. Bir de Çelebi’si, o Çelebi değildi. “Hey gidi günler hey!” dedi...
 
Matlube Hanım, dayandığı sedirden, yerdeki hiçbir lokma alınmamış sofraya daldı.
Sisler arasından o mutlu günü yaşadı. Aynı örtü, aynı yemekler, aynı ev, aynı insanlar. Bir Doğan’ı seferdeydi. Bir de Çelebi’si, o Çelebi değildi. “Hey gidi günler hey!” dedi. Kendini kaybetti.
Sen zevk-u hudurumsun.
Hem hüzn-u sürurumsun.
Bel gözdeki nurumsun.
Narım da sen, yârım da sen.
Kıtanın okunması biter, bitmez gülüşmüşlerdi. Matlube Hanım, kendi için söylenen mısraları tekrar etmeden ayrı bir haz alıyordu o gün.
Bel gözümde nurumsun,
Narım da sen, yârım da sen.
 
Bel gözümde nurumsun,
Oğlum da sen, Doğan’ım da sen.
Diyerek kocacığına ve sevgili oğluna sataşmadan kendini alamamıştı yine. Katıla katıla gülmesi devam ederken Doğan, kolundan çekiştirmişti.
- Ana, sıra sende. Hadi göreyim seni!
- Dedim ya. Daha ne istiyorsun Doğan’ım?
- Ne olursun anacığım, kırma beni? Hadi söyle, diye, yalvarmıştı biricik yiğidi. Matlube Hanım kendini toparlayarak, önce tavana, sonra pencereye bakmış, aklına bir şeyler gelince de, boğazını temizlemiş, yutkunmuş, yine de heyecanlanmıştı.
- Bakın söyleyeceğim, lakin gülmek yok!
- Tamam anacığım, gülmek yok. Kahkaha olabilir.
Nefesler tutulmuş, gözler kırpmaksızın Matlube Hanım’a çevrilmiş, merakla beklemişlerdi amca, yeğen.
Elde okka, kamış kalem.
Matlube yazmaz, söyler kelam.
 
Doğan yiğidim pek de yaman.
Süleyman Çelebi’m aman ha aman.
Doğan, atılmış, anacığının elini öpmüştü.
- Eee! Ne demişler? Atı, atın yanına bağlamışlar, ya huyundan, ya da…
Tatlı hayallerinden, odada dolaşan bir arı vızıltısıyla uyandı Matlube Hanım. Göz ucuyla uçan hayvanı takip ederek, gayet üzgün hâlde kocasının çıktığı kapıya doğru hareketlendi…
             ***
Süleyman Çelebi, sarı, turuncu, mor yaprakları çiğneyerek yürüdü. Bir pencerenin önünden geçerken abuk sabuk saçmalayan konuşmaları duymamak için kulaklarını tıkadı. Kendini geniş sokağa atıverdi. “Biraz hava alır, belki rahatlarım” dedi.
Başını yerden kaldırmadan gezdi durdu. Ulucami’ye giden beş yol ağzındaki, taş döşeli geniş alanda sekiz on yaşlarında tıfıllar, fırıldak çeviriyordu. Onların oyunu bırakıp, elini öpmeye gelmelerine kayıtsız kalamadı. Dönüp, hepsinin tek tek hâl ve hatırını sordu, başlarını okşadı. “İyi ki dışarı çıkmışım. Biraz nefes aldım” dedi. O hızla şadırvana kadar geldi. Kollarını sıvadı. Abdest için bir tabureyi çekip otururken, tanıdık bir sesle yeniden doğruldu.
- Esselâmü aleyküm.
- Ve aleykümüsselâm ve rahmetullah ve berekâtühü…
- Hep düşünceli görürüm seni Çelebi.
- Haklısın Emîr’im… Nicedir, dert olmuştur içime ki, sözüm kâr etmez, elim tutmaz, kalem yazmaz günlerdir… Yazarım, bozarım olmaz, bir gayret ki beyhude… Bilmem? Ne yapmak gerek?
- Yanmak gerek Çelebim, yanmak gerek. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.