"Doğan Bey’in sabrı olmasaydı hepimiz helak olmuştuk!.."

A -
A +
Erkara şaşkındı! İşte şimdi de Mevlid-i şerif nağmeleri aklını başından alıyordu.
 
 
Ulucami tarafından yankılanarak gelen, amcası Süleyman Çelebi’nin beyitleri olduğunu her hâlinden tanıyan Doğan Bey, bu sihirli kelimeleri duyar duymaz, atından yere atladı. Onu gören diğer akıncılar da aynı hareketi tekrarladılar. Atlarda esirlerden ve yüklerden başka bir şey kalmadı.
Üryan, uçuyordu. Ayakları yere basmıyordu. Rüya âlemindeymiş gibiydi. Şehrin intizamı, binaların ve sokakların temizliği, insanların bakımlılığı ve burnuna gelen nefis, misk-i amber kokularından mest olmuş, kendinden geçmişti. Bir de her biri domuz ve şarap kokan hemşehrilerini düşündü. Aradaki fark bile aklı olan için yetiyor, artıyordu. Başka sebebe, değişik beklentilere ne hacet vardı. Bir daha hâline şükretti. “İyi ki karşıma çıktın Doğan yiğit. İyi ki beni alt ettin! Yoksa bu güzelliklerle nerede, karşılaşacak ve nasıl tanışacaktım? Sağ ol yiğidim! Var ol güzel insan!” diye söyleniyor, etrafına gülücükler dağıtarak duyduklarını tekrarlıyordu.
Her nefeste Allah adın di müdâm.
Allah adıyla olur her iş tamâm.
Atını yedeğine almış, mahcup ve ezik bir şekilde ilerlerken Erkara, Aşır’a, sonra da Palabıyık’a baktı. Başları önde, derinden bir uhrevi uğultu hâlinde gelen mısraları gözleri yaşlı tekrarlıyorlardı. “Bu insanların ağlayacağını rüyamda görseydim inanmazdım. Allah’ım sen nelere kadirsin? Nereden, nereye? Doğan Bey’in sabrı, bitmez tükenmez tahammülü olmasaydı hepimiz helak olmuştuk. Bu müthiş tarihî günü de yaşamayacaktık” diyor. Fakat içinde bulunduğu badireyi öyle yakında bitecekmiş gibi göremiyordu. Bursa’nın en iffetli kızı Gülşah’a sataşmasını, bir değil, iki değil hayatını zehir zıkkım edişini, Doğan Bey’e nahak yere tuzaklar kurmasını, hatta canına kastedişini… yapmadığı fenalığın, etmediği pisliğin kalmadığını, hepsinden de beteri kötü, bozuk niyeti olanlara alet olup saraya ve Bursa’nın en büyük cami-i kürsüsüne çıkarışını istese de, affetseler de bir türlü unutamıyordu.
Acayip çirkinliklerle dolu mazisini hatırladıkça, sonunun ne olacağını açık bir şekilde göremiyordu. Zifiri karanlıktı geleceği.
Buraları terk etse, dışarıya gitse, bir daha gelmese diye düşündü. Bir türlü karar veremedi buna da. Eskiden olsaydı olurdu. O zaman bir tercihi, ölçüsü, seçimi yoktu. Bundan sonra bir daha kirli âlemlere, kokuşmuş ortamlara, rezil dünyalara geri dönmeye hiç cesareti kalmamıştı. Osmanlı dışındaki yerlerin daha tehlikeli ve korkunç olduğunu ise ondan daha iyi bilen var mıydı?
Yarınının nasıl olacağını kestirememe, zihnini altüst etmişti. Şaşkın ve çaresizdi. İşte şimdi de Mevlid-i şerif nağmeleri, olmayan aklını başından alıyordu.
Bir kez Allah dese şevk ile lisân,
Dökülür cümle günâh misl-i hazân.
Mısraları duyduğu gibi tekrar etti Erkara. “Bir defa can-ı gönülden Allah diyenin ağaçlardan yaprakların dökülmesi gibi günahları af oluyor. İnşallah benim de öyle olur. Bin defa, yüz bin defa tövbe ettim Allah’ım” dedi. Bütün günahlarına üzülüyor, onlardan utanıyor, pişmanlık duyuyordu. Bir daha. Bir daha tekrar etti, bütün samimiyetiyle.
İçi kıpır kıpırdı. Tarifi mümkün olmayan bir hazla dolmuştu. Yüreği kabarmış göğsüne sığmıyordu...  DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.