Doğan Bey duygulanmıştı yavaş yavaş yürüyordu...

A -
A +
Amcası Süleyman Çelebi’yle medreseye gidip gelişini daha dün gibi hatırladı...
 
Haykırmak istediği duygularını, sessizce beynine akıtıyor, ferahlıyordu Erkara. “Elveda artık sefalet! Yalana, dolana, ırz ve namus düşmanlığına, çalmaya, çırpmaya, hileye, hurdaya, yersiz kızmaya, öfkeye, para, mal, şan, şöhret için dini, devleti satmaya ebediyen elveda! Elveda!.. Elveda!..”
Tanıdık, bildik yollardan geçti, iki katlı taş konağın köşesini döndüklerinde, unutulmamış bir hatıra gibi Ulucami-i şerif gözüktü. Duygulandı Doğan Bey. Yavaş yavaş yürüdü. Çocukluk günlerini, amcası Süleyman Çelebi’yle medreseye gidip gelişini daha dün gibi hatırladı. Matlube Ana’nın şiir taklitlerineyse güldü içinden. Göğsü kabardı, bu güzel insanlarla birlikte aynı evi paylaşmasından. “İşte tanıdık ses buraya kadar geliyor” dedi. Olanca gücüyle, aşkla, şevkle tekrar etmeye başladı.
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen,
Her murada erişir Allah diyen.
 
Aşk ile gel imdi Allah diyelim,
Derd ile gözyaşı ile ah idelim.
“Mübarek bu cuma günü çocukluk yıllarına dönmek, beni çocukluğa sevk etti” diyen Doğan Bey, nice pehlivanların sırtını yere getiren civanmert delikanlı, anlı şanlı şövalyelerin hile ve desiselerini bozan bu gözü kara adam, yürekten akıp gelen mısraların altında ezilmiş, gözyaşlarına hâkim olamamıştı.
Ola kim rahmet kıla ol Pâdişah,
Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol ilâh.
“Padişah” kelimesinin geçtiği mısraları tekrarlarken Yıldırım Han, buz gibi dondu. Sanki birdenbire kalbi duracaktı. Dizleri kesildi. Sultan, zaten içten içe iyice dolmuş, deşilmek istiyor, bir bahane arıyormuş meğer. Bu da bardağı taşıran son damla oldu. Ne yaptıysa hüngür hüngür ağlamasına mani olamadı. Yanındakiler hiç de umurunda değildi. Zaten onları görecek, hesaba katacak hâli de kalmamıştı. “Padişah olsan da derler ‘er kişi niyetine!’ demeyecekler miydi yarın musalla taşında?” diye geçirdi içinden. Hâlâ hıçkırıyordu.
İki büklüm atının üzerinde giden Hurufi, iyice bunamıştı. “Kâbus insanları şatonun tepesinden çengellere, kazıklara atıyor, akbabalara, kartallara yem ediyor. Yıldırım Han ise sesiz sedasız asil bir milletin önünde yürütüyor. İşte hainler! İşte mukaddesatına düşman olan zavallılar. Görün perişanlıklarını da kimin peşinden gideceğinize ona göre karar verin!” diye geçiriyorken aklından, Zaloğlu Rüstem’in gürzü gibi güçlü mısralar, kafasına dank, ederek çarptı. Dehşetle irkildi. “Bak bana söylüyor! Bana laf atıyor! Deminden beri üstü kapalı diyordu. Şimdiyse aleni haykırıyor! Bu kadar insanı boşuna toplamamışlar demek!” diyecek oluyor, bir türlü söyleyemiyordu. Eli, ayağı, hafızası gibi şimdi de nutku tutulmuştu. Dinlemekten başka çaresi yoktu.
Birdir ol birliğine şek yokdurur,
Gerçi yanlış söyleyenler çokdurur.
 
Cümle âlem yok iken ol vâr idi,
Yaratılmıştan Ganî Cebbâr idi... 
Ulucami’nin bahçesinde toplanmış halk öyle duygu yüklenmişken Hurufi ve adamlarını dimdik karşılarında gördüklerine inanamadılar. Kulakları, Süleyman Çelebi’den gelen iliklerine kadar haz aldıkları mısralarda. Gözleri iğrendikleri, tiksindikleri kahpelerdeydi. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.