Uludağ’daki manzara, insanı âdeta büyülüyordu...

A -
A +
O, Beyazıt Paşa’nın damadı ve Gülşah Hanım’ın sevgili kocası yiğitler yiğidi Doğan Bey'di…     Timur Han, şarkta ne kadar âsi kral, han, hakan varsa hepsini hizaya getirmiş, büyük imparatorluğunun sınırlarını bütün Asya’yı içine alacak şekilde genişletmişti… Batıda dağınık beyliklerden yeni bir devlet kuran Yıldırım Han ise; Doğu Roma İmparatorluğu’na son darbeyi vurma hazırlığındadır… İki cihan hakanı âdeta dünyayı fiilen paylaşmış durumda... Bu romanda; iki cihan hükümdarını karşı karşıya getirmemek ve çıkan fitneyi önlemek için akıl almaz bir mücadele veren Doğan Bey’in nefes kesen maceralarını okuyacaksınız…                              ***                HER ŞEYİ NUMÛNE... Uludağ’ın kartal yuvası nihayetsiz ufuklarına bakan irili ufaklı granitten sütunlar gibi yükselen yalçın kayalıklar, gök kadar sakin, gök kadar boş bir mâbet gibi insanı âdeta büyülüyordu. İnce, sivri yapraklı çamların mor tülden gölgeleri, uçurumların arasından geçen keçi yollarına düşüyor, sonbaharın serin rüzgârıyla savrulan sarı, turuncu yapraklar, uçuşan kelebekleri hatırlatıyordu. Ağzı hiç kapanmayacak kara bir dev gibi duran mağaranın yanı düzlüktü. Beyaz kireç taşlarının kümelendiği setin ötesindeki nal şeklindeki masmavi göl, tâ vâdiye kadar iniyordu. Başka girecek hiçbir yeri olmayan koca mağaranın dar aralığından ağır adımlarla uzun boylu, atletik yapılı, bir delikanlı çıktı. Dalgalı saçları, yay kaşları, doğuştan sürmeli gözlerini çevreleyen dolgun kirpikleri, kaytan bıyıkları zeytin gibi simsiyahtı. Derinden nefes alıp verdi. Kaslı kollarını ileri geri gerdirerek dizleri üzerinde birkaç defa eğilip kalktı. Güçlü ayakları, kuvvetli pazıları ile oldukça sağlıklı görünüyordu. Elini siper ederek sisler altında kaybolan engin ufuklara baktı. “Bir güz mevsimini daha geride bıraktık. Hey gidi hey!” dedi. Yakındaki düz taşlardan birine sağ ayağını koydu. Başından tiftik kalpağını çıkardı, meşin kemerine sıkıştırdı. Sırtında ağzına kadar ok dolu sadağı ve yayı vardı. Toprakla yoğrulmuş, güneşte pişmiş yüzü ve kolları bakır rengindeydi. Neftî gözlerini kısarak tekrar dumanlı tepelerle gökyüzünün birleştiği yerleri taradı. Kızgın yaz sıcaklarından arta kalan solmuş bir şal gibi uzayıp giden engebeli arazide herhangi bir hareketlilik de gözükmüyordu. Güz mevsiminde arkadaşlarıyla ava çıkmayı âdet hâline getiren Doğan Bey’den başkası değildi bu delikanlı. Eski bir akıncının oğlu, Süleyman Çelebi’nin yeğeni, Beyazıt Paşa’nın damadı ve Gülşah Hanım’ın sevgili kocası yiğitler yiğidi Doğan Bey… Rastgele uzayıp kısalan şekilsiz taş çıkıntılardan, oradan buradan sarkan sağlam ağaç köklerinden tutunarak birkaç adam boyu aşağıya indi. Yağız atı onu görünce bütün vâdiyi dolduracak şekilde kişnedi. Ses karşı kayalıklara çarparak yankılandı. Akabinde bir kısrağın cevabı ve ona ilâveten daha uzaklardan bir merkebin anırması duyuldu. Arkadaşlarının da bu çevrede olduğunu anladı. “Sizi gidi sizi!” diyerek tebessüm etti. Sararmış sazlıkların bir çit gibi çevrelediği irili ufaklı gölcüklerin sakinleri olan leylekleri, turnaları aradı gözleri. Hiçbir şey göremedi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.