Yerine göre hareket! Divanda sükûnet, meydanda cenk gerek!

A -
A +
Çekirge Ali, Doğan Bey’i şaşırtarak beklemediği yönden ters takla atıp, önüne düşüverdi.
 
 
Doğan Bey, “Demek göçmüşler. Tabii, ne yapsınlar? Kış aniden bastırırsa garipler burada ne yapabilirdi ki? Yaradan onları öyle yaratmış. Kim bilir ne hikmetleri vardır?” diye düşünerek, avladığı toprak renkli ve oldukça besili bir yaban keçisini, sakladığı oyuktan çıkardı. Yağız atının alnına bir öpücük kondurarak yelelerini okşadı, kolonlarını kontrol edip sıktı. Avladığı yaban keçisini atın terkisine yerleştirip düşmemesi için iyice sardı, sarmaladı. Yedeğine aldığı hayvanın önüne düşerek zar zor çıktığı yerlerden yavaş yavaş indi. Sık meşe dallarından korunarak derin derelerden, çadır kazıklarını andıran ardıçların yanından, üslupsuz mezar taşı görünümündeki mermer yığınlarından, kurumuş otların yorgan gibi örttüğü bataklıklardan geçip buluşma noktasına gelmesi bir hayli zaman almıştı.
“Elhamdülillah kazasız belâsız geldik. Eli boş da dönmedik” diyerek arkadaşlarını aradı sağda solda.
Biraz ileride gümüşten köpükler saçarak akan çayın başında, kalın koyun yününden yapılmış cepkenini yıkayan Boğa Hasan’ı, duvar gibi yükselen boz uçurumdan takla atarak gelen Çekirge Ali’yi görünce; “Aslan arkadaşlarım hey!” deyip muhabbetle gülümsedi.
“Hep aynılar. ‘Can çıkmadan huy çıkmaz…’ diyen atalarımız ne kadar haklıymışlar meğer. Boğa kadar kuvvetli Hasan Beyim mutlaka bir şey yerken kirlettiği elbisesini yıkıyor, Çekirge’m de işte yine zıplayıp duruyor. Kanında var duramaz; mümkün değil, kimse onu tutamaz.”
Tandırda kızdırılmış koca bir altın tepsi gibi güneş, fundalıkları kızıla boyayarak batarken Çekirge Ali, Doğan Bey’i şaşırtarak beklemediği yönden ters takla atıp, önüne düşüverdi.
“Ne o Beyim? Yine şaşırttım mı?”
 “Her zamanki gibi, artık alıştım…”
 “Her zaman olur mu hiç? Medresede de takla attığımı söyleyemezsin herhâlde. Buralarda da bu gider n’apayım?”
 “Biz de bir şey demedik can kardeşim.”
 “Dağına göre kar...”
 “Yerine göre hareket...”
 “Yani?”
 “Yanisi-mânisi yok can karındaşım. Divanda sükûnet, meydanda cenk gerek!
 “Yine taşı gediğine koydun karındaşım.
 “Hah ha hah!”
 Tâ çocukluklarından beri beraber büyüdüğü bu vefakâr arkadaşlarını çok iyi tanırdı Doğan Bey. En sevdiği şey onlarla birlikte olmaktı. Fırsat buldukça geldikleri bu ıssız vâdi, kimseciklerin bilmediği, yabani hayvanların bol olduğu, hususi mülkleri gibiydi. Her tarafını karış karış bilir, istedikleri avı elleriyle koymuş gibi de bulurlardı.
 Canı gibi sevdiği arkadaşları, Osmanlının en gözü kara, namlı akıncılarındandı hiç şüphesiz. Şu veya bu şekilde her gün bir araya geldiklerinde mutlaka at koşturup cirit oynar, güreş tutup kılıç şakırdatır, ok atarlardı. Bu vesileyle vücutlarını, akıl ve izânlarını geliştirir, muhtemel seferlere zihnen ve bedenen hep hazırlıklı olurlardı. Akşamları ise Bursa’nın dışına kadar uzanır, Uludağ üzerinde tutuşan bulutları seyreder, geceleri yamaçlarındaki gönüller fatihi Emir Sultan Dergâhı’nda ilim tahsili yapar, nefislerini zapturapt altına alarak, terbiye ederlerdi.
Bu huzur veren, uhrevî olgunluğa ve doygunluğa ulaştıran mekân, eski tarz kesme taş ve ahşaptan yapılmış bir medreseydi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.