"Evimizi, barkımızı yakıp yıktılar Sultanım!..”

A -
A +
Yıldırım Han, insan ne kadar hissi olsa, duygusal davransa da bu yorgun misafirini mühimsedi.
 
Hakan, elinde olmadan bakışlarını uzak noktalara çevirerek sakalını sıvazladı. Bir müddet düşündü. Görev ve mesuliyet verdiklerinden gelen iç ve dış haberlere göre memleketin hiçbir yerinde bir aksilik yoktu. Gördüğü, duyduğu kadarıyla her şey yolundaydı. Öyle mühim ve hususi şeyler ne olabilirdi ki? İçinden; “Fesübhânallah! Allah! Allah! Tövbe! Tövbe, estağfirullah!” çekti. İyice meraklanmıştı...
“Gelsin bakalım… Ne derdi varmış ve dahi kimmiş görelim?”
Padişah’ın hususi işlerini takip eden lala, kara kuru, biraz kambur, gök gözlü, saçı, sakalı uzamış, bıyıkları ağzına dolan bu davetsiz misafirinin önüne düşerek temiz, fakat loş aydınlık taşlıktan geçip koca mermer merdivenlerden çıktı. Misafir, sarayın her bir köşesine ağzı açık, hayran hayran bakıyordu elinde olmadan. Âdeta büyülenmiş gibiydi. Yerler, haşhaş tarlası gibi muhtelif desenli güzel Türkmen halıları, tavan ve duvarlar ise hat ve tezhip sanatının eşsiz levhalarıyla bezenmişti bir uçtan öbür uca kadar. Yastıklarına mor atlas perdelerin düştüğü sedirler, kırmızı kadife kaz tüyü şiltelerle döşeliydi. Kafeslerden sızan güneş huzmeleri odalardaki aynalarda ışık oyunlarına dönüşüyor; duvarlar, tavan esrarlı bir hâl alıyordu âdeta. “Kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum!” diye söylenerek huzura giren Çakır Vezir, yerlere kadar eğilip el etek öptükten sonra:
“Âh cihanın âdil hükümdarı, korkunç bir felâkete düçar olduk. Evimizi, barkımızı yakıp yıktılar!”
“Kim?”
“Mahv-ı perişan etti bizi Timur denilen adam!”
“Lütfen tane tane anlatın. Acele etmeyin…”
“Kusuruma bakmayınız Devletlû Efendimiz… Telâşım korkumdan ve çektiğim acılardandır…”
“!!!”
“Önüne ne çıkarsa alıp götüren tufan gibi peşimiz sıra geliyor sürü gibi. Zar zor canımızı kurtardık… Şimdi de zât-ı şahanelerinin gücünü, kuvvetini, adâletini ve hâkimiyetini hiçe sayarak mamur ve müreffeh memleketinize girdi edepsizce. Pis ayakları, kanlı elleriyle bu huzur beldesini kirletti. Siz Hakanımızı da açıkça tehdit ediyor aklınca!.”
“!!!”
Sultan, memleketin her işine vâkıftı. Konuşulanlara hayret etti. Görünürde bir savaş, kıtlık, isyan, zelzele, yangın, sel yoktu. Kara şahane gözlerini, çivit mavisi gözlerine dikti gelenin üstüne. Uzun uzadıya süzdü.
“Yanılmayasın!”
“Hayır, başımın tacı!.. Ne haddimize!...”
“Osmanlıya harp açan bir densiz mi var? Öyle mi demek istersiniz?”
“Hayır Sultanım!”
“İsyan mı?
“Hayır!”
“Ya nedir seni böyle inleten bre adam?”
“Bir felâket ki sorma Efendimiz! Anlatmam için kelimeler bulamıyorum!”
Yıldırım Han, insan ne kadar hissi olsa, duygusal davransa da bu yorgun misafirini mühimsedi. Biraz daha konuşturdu.
“Niçin felâket olsun?”
“Çünkü buralara kadar gelecekler de ondan!”
“Gelsinler!”
“Cengiz’in orduları gibi!.. Tıpkısının aynısı! Her tarafı acımadan yakıp yıkıyorlar. Medreseleri, kütüphaneleri ateşe verdiler. Âlimleri, din ve devlet adamlarını kılıçtan geçirdiler. Bir avuç insan, neyimiz var neyimiz yok bırakıp kaçtık." DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.