"Maksadım sizi üzmek değildir Sultanım!.."

A -
A +
Huzuru kaçan Sultan, elini şakağına koyarak ileri geri yürüdü bir müddet. 
 
Çakır Vezir, fırsat bulmuşken, hiç ara vermeden anlatıyordu:
"Ailem, çoluk çocuğum darmadağın oldu. Kim nerede, öldü mü kaldı mı? Hiç bilen yok! Ye’cüc Me’cüc taifesi gibi peşimizden geliyorlar. Eminim ki sıra sizde. Osmanoğullarını da yok edecekler Sultanım… Dağ taş fillerle dolu. Hiçbir güç durdurmaya muktedir olmadı şimdiye kadar. Ancak siz bir çare bulursunuz diye koştum geldim, ayaklarınıza kapandım efendim. Kulunuz köleniz olayım lütfen anlayın bizi! Âhı, figânı Arş-ı âlâya çıkan bu biçareyi düşünmüyorsanız, kendinizi, bu şirin, müreffeh memleketinizi, çalışkan, saygılı tebaanızı düşününüz. ‘Elçiye zeval olmaz.’ Devletlû Hakanımız benden söylemesi!”
“!!!”
Huzuru kaçan Sultan, elini şakağına koyarak ileri geri yürüdü bir müddet. Bu ani gelişmenin mânâsını bir türlü bulamıyordu. İçinden; “Bütün insanlar ayrı ayrı bir muamma!” dedi. Mis gibi esans kokan havayı derince solukladı birkaç defa. Kocaman erguvani çuha masanın kenarında ayakta edeplice duran adamın yanına geldi.
“Buyurunuz…” diyerek kenardaki büyükçe kakmalı koltuğu gösterdi. Kendisi de karşısındaki kıymetli taşlarla bezeli fildişi tahta geçti.
“Daha önce Osmanlı memleketime gelmiş miydiniz?”
“İlk defa geliyorum Sultanım...”
“Bizleri nasıl düşünürdünüz ve dahi nasıl buldunuz?”
“!!!”
Susuyordu Çakır Vezir. Bu kadar büyük, bilgili, cesur, âdil bir hükümdar kendine iltifat ediyor, derdine derman olmak için dinliyordu. Böyle bir hakana söyleyecek laf bulamaması tabii şeydi. Şeytanî düşüncelerinin anlaşılmaması için masum ve mazlum görünüp şaşkın şaşkın başını önüne eğerek tane tane söyledi:
“Yüksek himmetinizin bereketiyle şunu da söyleyeyim: Karakoyunlu Emîri Kara Yusuf Bey, ilmin irfanın merkezi Bağdat Sultanı Ahmet Celayır da yoldalar… Hasatların toplanıp un, bulgur edilerek ambarlara doldurulduğu bu kış öncesinde kimsecikler evini barkını terk edip de yollara düşmezdi herhâlde. İşin vahametini göstermesi açısından bu durum bile yeterli değil mi Efendimiz? Daha nicelerinin siz âdil Yıldırım Hanımızın şefkat ve merhametine sığınmaktan başka bir çareleri kalmamıştır!... Muhammed aleyhisselam hürmetine bize yardım ediniz… Lütfen!..”
Kendince mukaddes bir fikir için Horasan’dan kalkıp, gece gündüz demeden yollarla boğuşan bu adam, buralara kadar gelmeyi başarmış, zamanın en büyük hakanına diyeceklerini demiş olmanın rahatlığıyla kırmızı poturunun içindeki ayaklarını ovuşturuyor, ellerini üst üste getirerek mütevazı ve hürmetkâr görünmek istiyordu bütün benliğiyle…
Uzun bir sessizlikten sonra padişah;
“Acayip!” diyerek dudaklarını büktü. Canının sıkıldığını Çakır Vezir de gördü.
“Aman Sultanım maksadım sizi üzmek değildi” diye tamire kalkmak istediyse de bir şey diyemedi.
Mânâlı mânâsız kafasını sallayan Yıldırım Han’ın bağrına ateş düşmüştü bir kere. Beklenmedik zamanda karşısına dikilen bu vezir denilen adam, hayallerini altüst etmişti. Söylenenler hep yalan da olsa yenilir yutulur şeyler değildi. Eğer gerçekse, korkunç bir felâketle karşı karşıyaydılar. Yanılıp yanılmayacağını tekrar tekrar sordu. Çok ikna edici konuşuyordu. Son derece emindi anlattıklarından. Uzun yol yorgunluğu ve ilk defa karşılaştıklarından olsa gerek korkuyor, hâlâ tir tir titriyordu da... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.