O, Hâfız Molla namlı eski bir akıncıydı...

A -
A +
“Kapımız açık yiğidim” diyen ihtiyarla eve doğru yürümeye başladı Doğan bey...
 
 
Nur yüzlü ihtiyar; “Doğan Bey mi?” diye sordu tereddüt etmeden. Tiftik kalpağının gölgelediği şahane gözlerini ihtiyarın üzerine diken Doğan Bey’in yeni açılan bir goncayı hatırlatan yüzü güldü attan inerken;
“Evet baba…”
“Kapımız da konağımız da açık yiğidim” diyen ihtiyar atın dizginlerinden çekerek eve doğru yürümeye başladılar.
“Payitahttan kucak dolusu selâmlar getirdim…”
“Ve aleykümselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü…”
“Köpekler seni görünce kaçıştı. Daha havlamadılar da.”
“İtler benden hazzetmez, ben de onlardan. Meraklanma, gelemezler bir daha…”
“Aşağıda kendi aralarında oynaşırlar. Haydi, yiğidim siz açık olan şu kapıdan girin. Ben de atı ahıra çekip, yemini verip, geleyim…”
“Peki baba…”
İhtiyar, gözleriyle etrafı süzerek yakındaki çitin arkasında kayboldu. Bu, bütün köylülerin, saraydan birçok bey ve paşanın yakından tanıdığı, çok sevdiği Hâfız Molla namlı eski bir akıncıydı. Epey zaman önce; “Artık kocadım…” diyerek Bursa’dan gelip buraya yerleşmiş, tarla, çayır, bağ, bahçe almış, evlenmiş. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hâlâ dinçti. Gençliği önce medresede, sonra dağlarda, muharebelerde, isyancılar üzerine yapılan akınlarda geçmişti. Anadolu ve Rum diyarının her yerini karış karış eliyle koymuş gibi bilir ve tanırdı. Zengin de sayılırdı. Köyün fakirlerine, dullarına, yetimlerine, çaresizlerine yardım eder, kimsenin darda, zorda kalmasına gönlü razı olmazdı... Bir hususiyeti daha vardı. Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu Mevlid-i şerîfi ezberlemiş, her düğün ve vefatta yanık bir sesle okur ağlar ve dinleyenleri de gözyaşlarına boğardı. Dünyadan fazla bir beklentisi yoktu. Gün doğusundan gelen tehlikeyi duyup üzülenlerdendi.
“Keşke eski gücüm kuvvetim olsaydı da bu amansız fitne ve fesadı durdurmada etten duvar olsaydım. Ok olup üzerlerine yağsaydım sağanak, sağanak… Yıldırım olup tepelerine düşsem, ne var yok tutuşturup, yaksaydım cayır cayır…” der, çaresizliğine üzülüp dururdu hep.
Doğan Bey, bu yaşlı savaş kurdundan bazı şeyleri sorup, öğrenecek, birçok ipuçları alacaktı mutlaka. Yol güzergâhı üzerinde her konak yerinde böyle güvenilir adamlardan alıp verecekleri vardı epeyce, asıl onu düşündüren şey ise; Çakır Vezir’in çok ısrar ettiği, öve öve göklere çıkardıklarıydı. Hiç kimse ne duymuştu, ne de tanıyıp biliyordu bu isimleri.
“İşimin bundan sonrası toz duman içinde! Açık ve net göremiyorum olacakları! Hayırlısı neyse o olsun!” diyerek Emir Hazretleri’ni ve ruhlara şifa veren doyumsuz sohbetlerini düşündü. “İnsanın karşılaştığı her şey onun imtihanıdır aynı zamanda. Bugün zenginlik, yarın hastalık, öbür gün yokluk, harp, darp, itibar, itibarsızlık, her ne şekilde, ne tarzda ve hangi isim altında olursa olsun, başımıza gelenlere sabrederek, şükrederek rızayı ilâhîyi kazanmaktır esas olan” diyordu tebessüm ederek…
Sabah erkenden kalkmış, abdest, namaz ve nefis bir kahvaltıdan sonra yola çıkmaya hazırlanıyordu ki karşısında edep timsali konak sahibini gördü, gülümsedi.
“Hayrola baba!”
“Ayrılık vakti geldi. Ömür de öyle değil mi?”
“Muhterem hocam Emir Hazretleri gibi laf ettiniz.”
“Hepimiz aynı kaynaktan testilerimizi doldurduğumuzdan olsa gerek yiğidim.”
“Suyu tatlı gözeden dolan kaplarda, acı su olmayacaktı elbette…”
“Âlâ yiğidim… Ârife tarif gerekmez…”
“Estağfirullah efendim…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.