Süleyman Çelebi fena hâlde öfkelenmişti!..

A -
A +
“Gelinim Gülşah, arkadaşları Meryem ve Sarıkız Hanımlar yok ortalıkta Sultanım!”
 
Gâzi Evrenos, Süleyman Çelebi'yi sakinleştirmeye çalışıyordu:
“Hele beri gel, önce bir selâm ver Çelebi’m…” İşin farkında olan Beyazıt Paşa, beklemeden sorunun cevabını verdi. Korkuyla karışık, endişeli ve üzgün görünüyordu.
“Kurulmamış dünürüm...”
“Niçin?”
“Gelmemişler de ondan...”
“Ne?”
Beyazıt Paşa da sustu. Oradakiler önlerine baktı.
“Doğan’ımın ve dahi yiğitlerimizin emaneti evlâtlarımızın gelip gelmediklerini hiçbirimiz bilemiyor muyuz şimdi?”
“Evet, genç gelinlerimizin canı gelmek istemeyebilir! Üstelik kerimem Gülşah da…”
“Bebek bekliyoruz. Doğru da bizim hanımın dediğine göre haftalardır hep bugüne hazırlanmışlar. Neden vazgeçsinler ki?”
“Bilmem ki dünürüm genç aklı işte…”
“!!!”
Süleyman Çelebi fena hâlde öfkelenmişti. Kimselere belli etmeden dişlerini sıktı. Üç güzel gelin nasıl kendi başlarına bırakılırdı? Günlerce elbise dikmiş, nakış yapmışlardı bugün için. Ne oldu da gelmediler? Birden karar değiştirmek için ciddî bir sebep göremiyor, işte bunun için de korkusunu yenemiyordu bir türlü. Onun için pek kıymetli, her şeyden önce emanettiler. Onlar yalnız kendi gözünde değil, padişah dâhil herkes için mühimdi. Devletin namusu, şerefiydiler. Yeri doldurulmayacak kadar önemliydiler.
Değerleri yıkılan bir inançlının aceleciliğiyle çadırdan çıktı. Ter içinde kalmış atına, bir süvari çevikliğiyle atladı. Ağır ve keskin mahmuzlarını karnına vurdu. Koca tuğlarıyla bayrak direkleri görünen sadrazam çadırına doğru koşturdu. Ama pek ileri gitmedi. Atını, Yıldırım Bayazid Hân’ın çadırına doğru çevirdi. Yol boyunca sıralanmış helvacılar, kavurmacılar, cirit ustaları çimenler üzerinde vazifelerini yapıyor, hâlinden memnun bir telâş içinde görünüyorlardı.
Onu pek seven Yıldırım Han’ın otağını görür görmez yere atladı. Atını, koşan bir hizmetkâra verdi. Kahramanlık, din, îman ve muhabbet şiirlerini okuduğu Sultan, çadırın içinde ayaktaydı. Sarı Timurtaş Paşa’yla İstanbul’un fethi için şimdiye kadar neler yapıldığını, baharla birlikte yeni vazife ve sorumluluklarını ve son hazırlıkları konuşuyorlardı. Onun Kostantiniyye’yi alma derdinden başka hiçbir gailesi yoktu. Diğerleri sıradan, basit, günübirlik işlerdendi. Beklenmedik bir zamanda beti benzi solmuş vaziyette baş imamının destur isteyip huzura girdiğini görünce;
“Hayrola, Çelebi’m!” diye sözünü kesti. Süleyman Çelebi, mahiyetini bilmediği korkuyla titriyordu. Kendinde de değildi:
“Bağışlayın Devletlû Sultanım!”
“Buyurun Çelebi’m! Sizi dinliyorum…”
“Gelinim Gülşah, arkadaşları Meryem ve Sarıkız Hanımlar yok ortalıkta!”
“Ne demek bunlar?”
“Sultanım! Sabahtan beri bütün Ziyaret Dağı’nı ve çadırları dolaştım. Hiç gören, bilen yok. Oysa bir gün önce nerede, kim ne yapacağı da dâhil, her şey açık açık konuşulmuştu... Bu günü iple çekiyorlardı.”
“Kimler demiştin?”
“Şark seferindeki yiğitlerimiz Doğan, Hasan ve Nuri Beylerimizin refikaları.”
“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Neden üç akıncımızın emanetleri burada olmasın ki?”
“Çadırlarını göremeyince biz de merak ettik Sultanım!” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.