Süleyman Çelebi ağzına geleni esirgemiyordu!..

A -
A +
“Bir iki emanet kızı koruyamayan beyler, paşalar koca bir devleti nasıl idare eder?” 
 
Sultan, Çelebi'yi sakinleştirmeye çalışıyordu:
“Belki gelmekten vazgeçmişlerdir, canları Bursa’da kalmak istemiştir.”
“Nasıl olur, Devletlû Sultanım?”
“Yolu şaşırmışlar belki...”
“Sadrazamlar, paşalar bir konak önden gidiyor, halk takip ediyordu Hünkârım. Yol belli. İzler de…”
“Meraklanma Çelebi’m öğreniriz sebebini.”
“!!!”
Süleyman Çelebi daha fazla karşılık vermedi. Timurtaş Paşa, yüksek müsaadelerini talep ederek bahar rüzgârlarından, yolun uzun ve zahmetli oluşundan, gün boyu güneş altında kalmanın mahzurlarından söz etmek istedi. Süleyman Çelebi, imamlığını unutmuş, delikanlı bir akıncı gibiydi bugün.
Fazla dertli olduğunu anlayan Paşa, Çelebi’nin elinden tutarak Yıldırım Han’dan yüksek müsaadelerini isteyip çadırına gittiler.
Süleyman Çelebi yol boyunca hiç susmadı. Açtı ağzını yumdu gözünü... Artık bu kadar kayıtsızlık olur muydu? Bu Osmanlıya yakışır mıydı? Biri gebe, taze gelinlerin ne hâlde olduğu hiç düşünülmüyordu. Ya birileri bir tuzak kurduysa, ya coşan sulara kapıldılarsa... Ya bulunmazlarsa... Daha Bursa’dan çıkmadan önce akıllara gelmeyen birçok şeyler sıraladı durdu. Onları görmeden huzur ve rahat edemeyecekti.
Bir küçük seferde yollarını şaşıran, dağılan, perperişan olanlar olursa, Padişah Efendileri büyük davalar için bu insanlara nasıl güvenecekti?
Süleyman Çelebi, cesur ve yürekli adamlara has hareketle ağzına geleni esirgemiyordu:
“İki konak arasında bir iki emanet kızı koruyamayan beyler, paşalar koca bir devleti nasıl idare eder?” dedi hiddetle.
Bu çok ağır bir ithamdı. Timurtaş Paşa, yavaşça kalın keçenin üzerine serilmiş kadife şiltesine çöktü kederle. Bu sözü hiç işitmemiş gibi davrandı. Durmadan koşuşturan çocukların sayısız ve sinir bozucu ayak sesleri sanki patır patır çadırın üstüne düşüyor, ziyaretgâhın belirsiz uğultusu içinde rüya âleminin bir karabasanı gibi üzerine üzerine çöküyordu âdeta.
Süleyman Çelebi içini boşaltıp dışarı çıkınca, aceleyle adamlarını buldurdu. Atını değiştirdi. Kimseyle konuşmadan tek başına kayıp kızları aramaya çıktı…
 
Ziyaret tatsız tuzsuz tamamlanmış, güneş batmadan bütün ahâli geri dönmüştü. Herkes günün yorgunluğunu atmaya çalışırken Süleyman Çelebi hâlâ yollardaydı. Hava ise gittikçe kararıyordu. Derin derelerin sel yataklarından, uçurum kenarlarından, dağlardan, tepelerden aştı. Taşan, köpüren ırmaklardan geçti. Ormanlara giren yollara daldı, zirvelere çıktı. Dört yana avazı çıktığı kadar bağırdı. Uzun zamandır yapmadığı şeyleri yaptı. Nârâlar savurdu. Sesinin boğuk yankılarından başka bir karşılık alamadı. Ay ışığının olmadığı gece, pek karanlıktı. Rüzgâr öfkeyle esiyordu. O ise; “Sabaha kadar da olsa onları bulmadan dönmem!” diyerek yürüyordu. O kadar karanlıktı ki... Dizgini boş bırakıyor, geldiği yollardan atının ferasetiyle dönebiliyordu ancak.
Meşaleleriyle arayanlar uzaklardan tuhaf yıldızlar gibi görünmeye başladı. Karanlığın içinde, serin rüzgârla yarışırcasına dilediğince gidiyor, başka bir şey yapamıyordu.
“Kimdir o?” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.