“Fazla yorulma ve dahi zorlanma Emîr’im..."

A -
A +
Emîr Sultan hazretleri, etrafına bakarken uzak bir köşede Sultan’ı fark etti...
  Gittikçe daha çoğalıyordu gelenler de sualler de. Emir Hazretleri eğitim, öğretim-talim, terbiye ve medreseyle alâkalı meselelerde çok katı kuralcı olmak veya öyle görünmek istemiyordu. Bu dergâhta her insan gibi talebeler de sıkılmadan, korkmadan, çekinmeden, alaya alınmadan diyeceklerini der, soracaklarını sorar ve geniş bir müsamaha ve samimiyet içinde bilgilerini ortaya koyarlardı. Sonucu hocalarının kararı belirlerdi. O ne dediyse o olurdu. Neticeden şek ve şüpheleri olmazdı asla. Anlayamadıklarını sınırsız sorma serbestliklerinin yanı sıra, yanlış itikad edinmez, hata da yapmazlardı hiç. Dini, imanı bozacak her şeyden kaçınır, şüpheli şeylerle uğraşmaz, değiştirmek gibi çirkinliklere kalkışmaz, nâkilin dışında herhangi bir cürete asla yaklaşmazlar, yaklaşamazlardı da. Bu kısa zaman içinde dergâhın bir köşesinden izleyip gördükleri, O’na tarifsiz huzur ve neşe vermişti. Kaç gündür asabı bozuk dolaşırken akıl edip de buraya niçin gelmemişti? Gülşah hâdisesinden sonra ilk defa gülümsedi Yıldırım Bayazıd Han. Ümitleri tazelendi, kaybettiği güveni geri geldi. Talebelerin hesapsız gayretleri, Emir Sultan’ın işi gevşetmemiş olması onu yeniden eski hâline getirmeye yetti. Duyduğu kahredici ve sinir bozucu lafları, yerli yersiz yapılan yorumları bir kenara itmiş, acılarını bastırmıştı şimdilik. Artık sağlıklı düşünebiliyordu. Timur’un küfür, hakaret, aşağılama dolu mektupları; şarktan kaçıp gelenlerin anlattıkları ve gelişen yeni hâdiselerden dolayı kaç gündür gözlerini yummamıştı. Sanki göz kapakları ağaç kesilmişti de kapanmıyordu bir türlü. Uykusuzluktan olsa gerek kafası kazan gibiydi hâlâ. Biraz soluklandığı, nefes aldığı bu yemyeşil mekânda ardı arkası kesilmez bir cehennem azabı benliğini yakıp kavuruyordu içten içe. O kadar çoktu ki alevleri “âh” dese kurumamış fidanların boy gösterdiği bu sevimli bahçeyi, Bursa’yı, Osmanlı mülkünü ve hatta belki de bütün cihanı bile tutuşturabilecekti. Kovandaki arı beyinin etrafını sarar gibi hocalarının çevresinde toplanan talebelerin konuşmaları, gittikçe anlaşılır olmaktan çıkmış, uğultu hâlini almıştı. Herkes kendi dünyasında okuyor, söylüyor ve cevap veriyordu. O kadar ki kimse kimsenin konuştuğunu anlamıyor, hatta işitmiyordu bile. Emir Sultan hazretleri, etrafına bakarken uzak bir köşede Sultan’ı fark etti; “Affedersiniz!” deyip hızlı adımlarla yürüdü. Oradakilerin kafaları da aynı anda gidilen tarafa çevrildi. Geleni, tebdil-i kıyafet olsa da tanımakta gecikmediler. Herkes toparlandı, hizaya geçti disiplinli bir birlik gibi. Hızlı adımlarla ve edeple Sultan’a yaklaştı Emir Hazretleri: “Efendimiz! Haberimiz olsaydı karşılardık…” “Elbette öyle olurdu. Ben de o dediğinizi yapmayasınız diye böyle tebdil-i kıyafet geldim...” “Efendim!” “Fazla yorulma ve dahi zorlanma Emir’im. Buraya kadar kaçmaktan başka çare bulamadım” diyen Yıldırım Han, kıble istikametine doğru kısa adımlarla ilerledi. “Nereye emir buyurursunuz Sultanım?” “Şimdilik talebelerin uzağında bir yere...” deyip yürüdüler. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.