Doğan Bey, bir defa daha etrafı gözden geçirdi...

A -
A +
Güneş, demirci körüğünde kızarmış nal gibi son sarı ışıklarını dağların tepelerine vuruyordu...   Üç kafadar akıncı, Osmanlı’nın en namlı nişancılarındandı. Lâkin düşman da “Ben geliyorum…” demiyor, nerede ne yapacağı ise hiç belli olmuyordu. Kalacakları yüksek dağlarla çevreli orman içindeki kasabanın daha çok uzağındaydılar. Önleri uçurum ve birazdan akşam olacak, karanlık çökecekti. Vakit dur durak bilmeden ilerliyordu. Güneş, demirci körüğünde kızarmış nal gibi son sarı ışıklarını dağların tepelerine vuruyor, derin vadiler koyu gölgelerle gittikçe ürkütücü hâl alıyordu. Nihâyet buraya kadar kazasız belasız gelmişlerdi. Bir de bu geçitten çıksalardı onları kimseler tutamazdı artık. Yatsıyı biraz geçse de konak yerine vaktinde varmış olurlardı. Mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş zamanlarını hatırlatan kederli guguk sesleri, o kayadan bu kayaya yankılanıyor, insanı ürpertiyordu... Arkadaşları birer birer uçurumdan geçip derin vadinin karanlığında çoktan kaybolmuşlardı. Doğan Bey, son bir defa daha etrafı gözden geçirdi. Ortalıkta şüphelenecek bir durum sezmedi. “Bismillah…” diyerek yedeğine aldığı atıyla öncekilerin izlerini takibe koyuldu. “İyice yorulmuşum. Omzumdaki yük gittikçe ağırlaşıyor. Biraz dinlenebilseydim keşke...” diye içinden geçirir geçirmez, kıyamet koptu sanki. Bir vaveyladır ki ortalığı kapladı. Doğan Bey, hemen savunma refleksleriyle kılıcına sarılsa da nafile. Koca koca taşlar, tozu dumana katarak yamaçlardan üzerine, üzerine geliyordu. Hangi birinden sakınacaktı ki? Atını bıraktı. İrili ufaklı kayalar, kafasına, koluna, sırtına çarpıyor, toz topraktan nefes alamıyordu. Her tarafı kan içinde kalmıştı. Zor bela da olsa, yanı başında bir adam girecek kadar olan mağaramsı boşluğa girmeyi başardı. Zirvelerden kopup gelen değirmen taşı gibi kayalar, önünde ne var ne yok kırıyor, ezip geçiyordu. Atının ayaklarının havada yalpalayarak yuvarlandığından ve acı acı kişnemesinden maada ne bir şey gördü, ne de duydu. Her taraf tozdan kalın bir bulutun içinde gizlenmiş gibiydi. “Bekliyordum bu hainliği ama bu kadar da kahpece değildi!” Kalbi sıkıştı. Kara kaytan bıyıklarını büktü. Kanlı çehresi daha bir kızardı. “Kestiler önümü bir şey yapamıyorum! Acaba Canali’m, Mahperi Bacım, Hasan ve Nuri Beylerim ne durumda? Kurtuldular mı?” diye kendi kendine sordu durdu. İşte tam o sırada uçurumun başında bir heyula gibi dikilen Serçetutan’ın gayet azgın bir eşkıya edasıyla sağa, sola bakınarak attığı kahkahalar, karşı kayalara çarparak Doğan Bey’e kadar aksediyordu. “Bu haydutlara karşı ne yapsam acaba? Pis leşlerini aç kurtlara yem mi etsem?” diye nefes alıp verirken kalabalık bir tabur kadar silahlı çapulcunun uçurum etrafında toplandığını gördü. İyice geri çekildi. Gülüşüp şakalaşmalarını hâlâ duyuyordu. Epey gezindikten sonra döne dolaşa Doğan Bey’in bulunduğu tarafa doğru yürümeye başladılar. Taşların altında kalmış attan ve üzerindekilerin paramparça oluşundan bahsediyor, seviniyorlardı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.