“Gülşah, seni kim kaçırdı? Karşı koyamadın mı?.."

A -
A +
“Canlarım, ahretliklerim biricik arkadaşlarım Meryem’im, Sarıkız’ım acaba ne hâldedir?"   Öğlen yaklaşıyordu. Beyaz ışık çizgileri, kaya aralıklarından irili ufaklı yıldızlar gibi parlıyordu. O hiç böyle olmamıştı. Şuursuzca doğruldu. Bulunduğu yükseltiden atladı. Yaygıya iyice bürünerek deli gibi koşup basamak gibi kullandığı kayalardan hızla, daha düzce bir alana indi. Uzunca bir aralıktan geçti. Birdenbire her tarafı dolduran aydınlığın içinde palabıyıklı, yüksek kavuklu, keçe külâhlı, çifte hançerli genç, yaşlı sayılmayacak çok insanları görünce; “Ne var? Bunlar ne demek?” mânâsında yaşlı gözlerle yüzlerine baktı Gülşah Hanım. Öyle şaşkındı ki hâlâ işin hakikatini tam anlayamamıştı. Beklemediği bir zamanda sevdikleriyle yüzleşirken ne anlatacaktı? Oysa biriken onlarca soru, cevap bekliyordu. “Gülşah, seni kim kaçırdı? Nasıl oldu? Karşı koyamadın mı? Hiç yalnız yola çıkılır mı? Bu kadar zaman ne yedin, ne içtin? Yanına gidip gelen var mıydı?” Neler neler?... Gayriihtiyari nasırlaşmış elini ağzına götürdü ve bütün gücüyle ısırdı. Ağzı kan dolmasına rağmen canı hiç acımıyordu. O kadar korkunç günler, geceler yaşamış ve geçirmişti ki… Kanattığı eli onların yanında hiç kalırdı. “Hakikaten ben kurtuldum mu? Şu karşımdakiler gerçek! Gördüklerim bir serap değil! Rüya hiç değil!” diyerek şaşkınlığını dile getiriyordu. Vadi boyunca sıralanan insanlara tek tek bakarak tanıdık birilerini arayan yuvasından çıkmış kanlı gözleri, değirmen taşı gibi fıldır fıldır dönüyordu. “Canlarım, ahretliklerim biricik arkadaşlarım Meryem’im, Sarıkız’ım acaba ne hâldedir? Beni buralara getirenler, onları ne yapmışlardır kim bilir? Aklıma hiç iyi şeyler gelmiyor” diye düşünürken insanları yara yara iki hanımın tepeye doğru tırmandıklarını gördü. Gözü hep onların üzerindeydi: “Bunlar Meryem ile Sarıkız! Tanıdım, mutlaka onlar!” Evet yanılmıyordu. Hisleri onu mahcup etmemişti. “Şükürler olsun Allah’ım sağlar ya! Selâmetteler ya!” diyerek kimselere aldırmadan yokuş aşağı koşmaya başladı. Beyler, paşalar ve bu buluşmanın mimarları akıncı gençlerin dolu gözleri, bu tabloya daha fazla dayanamamış, taşmıştı âdeta. Herkes ağlıyor, sevinç yaşları döküyordu. “Aman Allah’ım ne güzel bir gündü bugün. Bir de Doğan Bey’im çıkıp gelseydi…” Ne kadar zaman geçtiğini hesap edemediği bu taş bloklar arasındaki hapisliğinden nasıl olmuş kurtulmuştu? İmkânsız gibi bir şey başarılmıştı. Arkadaşlarına doğru koşarken gördüklerine tekrar tekrar: “Buradan, bu ölüm çukurundan çıktığım doğru mu? Ne olursunuz söyleyin… ‘Rüya görmüyorsun’ deyin! ‘Hayal değil! Sizler, bu vadi, uzaklarda görünen mor dağlar, faytonlar, atlar gerçek’ deyin. ‘Şaka yapmıyoruz’ deyin! Lütfen konuşun, ne olur! Haksız mıyım?” diyerek koşuyor, sevinç ve korku karışımı duygularını ulu orta haykırıyordu. Alev alev tutuşan yürekceğizini bir nebze dindirmeye çalışırken kimin ne diyeceğini hesaba katmıyordu bile. “Zavallı!” “Aklını kaçırdı, deli oldu!” “Vâh vâh!” “Kolay mı, yirmi bir gündür ne yedi, ne içti?” “Kurda kuşa yem olmadı sen ona bak…” “Aman Allah’ım!” “Cenâb-ı Allah ocaklardan uzak eylesin…” “Âmin! Âmin! Ecmâîn…” “Lâ havle…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.