“Demek Yıldırım Han’ımızın esareti doğru…”

A -
A +
Ağlayarak kapıyı hızla itip, mutfağa döndü. Elindekileri bir köşeye atar gibi bıraktı.
 
Süvariler geçiyordu grup grup. Duyduklarına inanamayan Gülşah, ağır kadife perdeleri aralayarak pencereden başını çıkardı. En yakında duran bir çocuğa seslendi:
“Hey küçük! Sana diyorum, hey!” Bu, başında beyaz yünden bir takkesi olan zayıf, ufak tefek bir köylü çocuktu. Sesi duyar duymaz durdu. Doğan Bey’in konağına doğru baktı.
“Buraya gel!”
“Hemen mi?”
“Yok! Tabii hemen…”
“Gelemem!”
Gülşah, kafasının karmakarışık olduğu anda belli belirsiz duyduğu sesi bir daha duymak istiyordu. Doğan Bey’in en yakın çocukluk arkadaşı Şehzade Çelebi Mehmet’in padişah tahtına oturduğu doğru muydu? Yıldırım gibi bir sultanın yerine ha… Gelişmeleri, münadinin ne söylediğini bir de başkalarından duymak tereddütlerini giderecekti.
“Ne kadar yumurta getirmişsen hepsini alacağım... Dolaşıp yorulmana lüzum kalmayacak…” dedi.
Çocuk cevap vermedi. Nazlı nazlı işlemeli güzel konağın yüksekliğini süzdü.
“Başka istediğin bir şey varsa onu da veririm.”
“Geliyorum...” diyerek bir köşede istif ettiği sepetlerin yanına koştu.
Çocuk, konağın geniş kapısından uzaklaşınca Gülşah da duramadı. Yatak odasına geçerken gözü mutfağa kaçtı. Meryem ocağın başında beşik gibi sallanarak bir şey çalkalıyordu. Bebeğin yüzüne konan birkaç sineği kovalayarak şefkatle baktı. Sonra da yastığının altından bir avuç gümüş akçelerden aldı. Hedefine yaklaşan akıncılara mahsus o parmak uçlarına basan adımlarla sanki çürük bir zemindeymiş gibi dikkatle yürüdü gitti. Konağın geniş merdivenine açılan kapısını araladı. Söveye dayandı. Sağa sola bakarak bekledi. O kadar sabırsızlanıyordu ki... Bir anlık zamanı bir gün bekledim sandı. Çocuk nefes nefese gelince de sepetlerinin hepsini aldı. Ücretini ödedi. Geri kalan parayı da ona bağışladı...
               ***
Münadinin sözlerini defalarca tekrarlattı. “Demek Yıldırım Han’ımızın esareti doğru…” Ağlayarak kapıyı hızla itip, mutfağa döndü. Elindekileri bir köşeye atar gibi bıraktı. Meryem hâlâ kendi âlemindeydi. Konuşmadan odasına çekildi. Yüksek rafların birinden devamlı okuduğu Mushaf-ı şerifini aldı. Yumuşak şiltesine diz çöktü. Titreyen elleriyle açtı. Her gazaplandığında yaptığı gibi Eûzü besmele çekerek Yasîn-i şerîfi okumaya başladı. Ama ne mümkün? Âdeta her taraf Doğan Bey’le dolmuştu. Kulakları uğulduyor, gözleri bir şey görmüyordu. Nereye, ne tarafa baksa Doğan, Doğan… Okuyacağını da, acılarını da unuttu. Hasretiyle kavrulduğu yiğidinin çehresi ilk günkü gibi taze, canlı olarak karşısında duruyor gibiydi. Şimdiye kadar böyle bir hâl hiç yaşamamıştı. “Aman Allah’ım…” Bu siyah yay kaşlar, bu derin mânâlı neftî gözler, bu tatlı gülüş... Ona hiç yabancı gelmedi. Bu necip yüzü çok iyi tanıyordu. Ama o şimdi nerede? Geldi mi yoksa? Ne vakit? Nasıl? İçinde bulunduğu hâlden nefesi kesilir gibi oldu. Olağanüstü çok durumlar görmüş geçirmişti lâkin böylesine hiç şahit olmamıştı. Sayfaları edeple kapattı. Kalbinin üstünde tutarak etrafına dikkatle baktı. Derin derin soluklandı. Bir türlü toparlanamıyordu. Elindeki Mushaf-ı şerîf’i “Lâ havle…” diyerek öpüp başına götürdü. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.