“Sen, rahatsızsın! Bizi de kendini de üzme!.."

A -
A +
“Maksadın şenliği görmekse, buradan daha iyi görünüyor. Sokakta ne yapacaksın?”
 
Gülşah'ın bildiği bir gerçek vardı, o da onu fevkalâde korkutuyordu. Akîdesiz, karaktersiz birçok bey kılıklı serseri, daha ilk başlarda riyakârlık, yalan dolan ile Yıldırım Han’a;
“Ben Müslüman’ım! Timur zalim, siz âdilsiniz!”,
Timur’a da;
“Ben Ehl-i sünnetim, Türk’üm! Kâfirlerle bir olan Osmanlılığı kabul etmem” diyerek ikisinin arasında gizli görünmez buz dağları yükseltip sonra hile ve desiseyle her birisinin muhabbetini ayrı ayrı gasbettiler. İki mert hükümdardan çaldıkları hoşgörüyü sahiplerine karşı birer silah yapıp karşı karşıya getirdiler. Şimdi oturup ellerine kına yaksın fitneciler. Gülşah, tamamıyla beyaz ipek bir şalla örtülmüş başını ellerinin arasına aldı:
“Niçin? Neden böyle oldu?” diye inledi. Müslümanlığın ebedi saadeti müjdeleyen faziletleri niçin onlara geçmemişti. Kendisi fenalıktan nefret eden, sakin, akıllı, çalışkan biriydi. Niçin bu hâlleri başkalarında göremiyordu? Doğan gibi bir şahsiyet gidip dönemediğine, Yıldırım gibi bir sultan bile çaresiz kaldığına göre tuzak ne kadar da büyüktü demek!..
Yirmi yedi sene içinde bin türlü sıkıntı ile istikbâlleri için biriktirdikleri sevgiyi kalplerinin derinliklerinden entrika ile aşırıp yok etmek isteyenler kaçtığından beri, isimlerini bile ağızlarına almıyorlardı. Oğlunun sisler içindeki akıbeti, elinde olmadan heyecana kapılmasına, yüzünün kızarıp ellerinin titremesine sebep oluyordu:
“Şeytan alsın, şeytan alsın onların yüzünü! Bir daha bize gösterme Allah’ım!”
Diz çökerek gözlerinden acı yaşlar boşalttı. Şimdi kim bilir neredeydi? Ne bir haber alabilmişti, ne de... Her milletin haricinde, her ahlâkın dışında kötü bir mizaç değil miydi sabırsızlık? Ruhundan kalbine akseden bu sualleri düşüne düşüne zayıf dimağını yordu. Pencerenin önünde yorgun bir savaşçı gibi sızıverdi…
Meryem, pencereyi kapatırken uyandı. Güneş çoktan şehri tamamen kuşatmış, ortalık cayır cayır yanıyordu âdeta. Ulucami-i şerif, saraylar, öte yaka, bütün ova, kemerli köprü, Çamlıtepe rengârenk çiçeklerle donanmış; at kişnemeleri, gürültü, mehter, dua sesleri esrarlı bir tufan gibi her tarafta yankılanıyordu hâlâ.
“Bugün bir tuhaflık var!”... “Ben gezmeye çıkacağım.”... “Maksadın şenliği görmekse, buradan daha iyi görünüyor. Sokakta ne yapacaksın?”... “Hiç!”... “Bak, rahatsızsın! Bizi de kendini de üzme!.. Yeteri kadar derdimiz var zaten!”
“Canım kardeşlerim elimde değil ama sizin için her şeye katlanırım...”
Üç kafadar, öğle yemeğine kadar pencereden güzel Bursa’daki koşuşturmaları seyredip olup bitenleri anlamaya çalıştılar. Gülşah’ın kafası da sızıları da durmuştu. Lâkin “sabit bir fikir” ruhuna sükûn vermiyor, onu eski kayıtsızlığına döndürmüyordu. Acaba cihanda böyle garip hâdiseler yaşamayan bir millet var mıydı?
“Âh, onu bir görsem...” diyordu.
Arzu ve isteklerini unutamayan hasta bir ihtiyar asabiyetiyle üzülüyor, kuştüyü şiltesinde oturamıyordu… Öğle yemeğinden kalkınca yatak odasına geçti, giyindi. Zarif ipekten feracesini aldı. Sofrayı toplayan Sarıkız;
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Gezmeye.”
Kapıdan çıktı. Ferah, aydınlık merdivenleri koşar gibi hızla indi. Yokuşa sapmak üzereyken bir çocukla yaşlı birinin geldiğini gördü. Sırtını döndü. Feracesiyle yüzünü örttü. Çocuk yaklaşarak:
“Bir şey soracağım…”
“Buyurun.”
“Efendim, bu amca Doğan Bey’i ve konağını soruyor…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.