Ne yapacağını bilemediğinden kendini pek garip hissediyordu

A -
A +
  O, bedenen olduğu gibi ruhen de sanki farklı âlemdeymiş gibiydi.   Saray bahçesinde elbiselerinin içine iyice saklanmış, olduğu yerde dönüp duran, ellerinde kılıçlarıyla bekleyen kaytan bıyıklı, çelik bilekli nöbetçi asker gençleri görünce “Onlar vatanımızın, milletimizin bekası ve selameti için gece-gündüz nöbet tutan serdengeçtiler. Cenab-ı Mevlâm kılıçlarını keskin, ömürlerini bereketli eylesin” diyerek, duâ etti içinden bütün kalbiyle. Tek başına yürüyen dalgın birini görünce “Kim bilir ne derdi var!.. Ben de bana intisap edenlerin, canların din ve dünya saadetlerini düşünmüyor muyum?..” Aklına memleketi, talebeleri geldi. Zaten hiç aklından çıkmamışlardı ki. O, bedenen olduğu gibi ruhen de sanki farklı âlemdeymiş gibiydi. Başka gün, başka şartlarda olsaydı bu kadar ayrılığa dayanamazdı. Gören; “Koca adam, hissiz gibi…” diyebilirlerdi.  Şimdi “kim ne der”i düşünecek hâlde değildi. O Devlet-i âli Osman’a yakışır bir fert olarak ve de yaşına, ilmine münasip iş yapıyordu. “Amaan! Aklıma da neler geliyor” diyerek Ankara’yı, sıcak yuvasını, lavanta kokan yatağını, mürekkep kokan kitap dolu medresesini düşünerek bekledi. Güneşe, yol yorgunluğuna rağmen gölgelik, rahat bir yer aramadı. Bu kavurucu sıcaklar, bitmek nedir bilmeyen uzun günler; meyve vermeye ve hasada hazırlıktı anlayana. Uzak olsa da; yakuttan bir cennet misali baharı hayal etmek, güneşin altın sarısı sıcaklığına sarılıp uyuyacağı koyu gölgelikleri düşünmek yerine, padişah efendilerinin nasıl karşılayacağını merak ediyordu. O, bir an evvel evine, sevdiklerine kavuşmak için bir türlü götürülmeyen huzura çıkmayı, önünde mermerden bir kale gibi yükselen saraya girmeye sabırsızlanıyordu…              *** Sonbaharın hüzün veren atmosferi ruhunu hiç beklemediği bir şekilde sarmış, mevsimin tatlı-sert esintileri onu bilinmezlikler diyarının ortasına atmış gibiydi. Medreseden alınıp payitahta getirilmesini; mecburi sürgün olmaya benzetmişti Hacı Bayram Veli. Kolay olmamıştı bütün sevdiği topraklardan ve yüreklerden ayrı kalması. Sanki bunların hüznünü taşımıştı heybesinde, tıka basa doldurduğu dağarcığında. Atından iner inmez yol arkadaşlarıyla vedalaşmış, yeni görevlilerle selâmlaşmışlardı. Ne yapacağını, nereye götürüleceğini bilememekten dolayı mı ne kendini pek garip hissediyordu ki; askerlerden biri - Efendim bizi takip ediniz. - Peki, deyip peşleri sıra yürüdü. Uzakta kalmış bir başka âlemin büyük, taç kapısından içeri adımını attığında hüznü daha bir artmıştı. Sarayın önünde ihtişamlı yapıları seyretmeye mecali yoktu. Zaten gözü de olmamıştı böyle süslü yapılarda. Hiç aklına gelmemiş, hayal dahi etmemişti sarayları, konakları, köşkleri. Bahçede eski zamanlardan kalmışçasına esrarlı, yorgun, bir o kadar da inadına gürül gürül akan bir çeşme ilişti gözüne. Yol yorgunluğunu atmak, elini yüzünü yıkamak niyetiyle; askerden müsaade alarak yanına gitti. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.