İçinde bulunduğu ruh hâlini kimselere açamıyordu...

A -
A +
Belli ki bir derdi, sıkıntısı vardı. Dışarıdan gören; rahatça anlayabilirdi.   O hoş sohbetti; istediği kadar anlatır ve söylediği kadar dinlenirdi. Herkes onu çocuklarına numune gösterir, onun gibi olmasını nasihat ederlerdi. Yaptığı her işin doğruluğunda millet hemfikirdi. Sedire, sandalyeye ayak sarkıtarak değil, yere bağdaş kurarak oturmayı severdi. Şefkatli, merhametli, sabırlı, cömertti. Güzel meziyetleri huy edinmişti. Kahkahalarla gülmez, ilm-i siyaseti çok iyi bilir, gizli işleri olmaz, kendini eksik, noksan, kusurlu ve kıymetsiz sanırdı… Kızar, öfkelenir kendinden geçersin.Gün gelir ne ekersen onu biçersin…                   ***              İKİ ÂŞIK Şarkın incisi Erzurum vilayetinin en namlı kazalarından biri hiç şüphesiz Hasankale’dir. Tarih ve kahramanlık yuvası kaleden ovaya bakan yamaçlar; bir taş ormanı gibi yükselirken irili ufaklı şekilsiz kayalıkların koyu mavi gölgeleri şehre inen keçi yollarına düşüyor, baharın serin rüzgârıyla bir hoş olan kargalar, sığırcıklar, serçeler, kendilerine has ötüşleriyle etrafı çın çın çınlatıyordu. Sivaslı Câmi-i şerifi’nin kesme taştan yapılmış duvar dipleri karıncalardan geçilmiyordu. Bir karınca kervanı aralıksız peş peşe dizilmiş, her birinin üzerinde kendilerinin iki üç katı yükle yuvalarına gidiyorlardı. Uzun zaman onları seyretti Molla İbrahim Hakkı. “Böcek deyip geçmemek lazım! Kim bilir ne hikmeti vardır” dedi, başını salladı. Etraf çeşitli renkte kır çiçekleriyle bezeliydi. Taş döşeli sokaklar, kıvrım kıvrımdı. Mahalleleri birbirine bağlayan bu dar sokaklar Ulucâmi-i şerife kadar uzanıyordu. Çevresi ağaçlarla ihata edilmiş kabristanın girişinden başı önde, bir eli çenesinde ağır adımlarla çıkarken “Ah azgın nefsim, ah!” dedi inledi. Okuyor, yazıyor lakin rahatlayamıyordu, hep düşünceliydi. İnce uzun boyu, kara saçlarıyla, oldukça genç ve dinç görünüyordu. Vücudunu hareket ettirmek için mi ne kollarını gerdi, başını dikleştirdi. İnce nazik elleri ilim ehli olduğunun işaretiydi. Kavak ve söğüt ağaçlarının arasından görünen ovaya, oradan da dönüp tekrar câminin taş duvarlarına baktı boş gözlerle. Belli ki bir derdi, sıkıntısı vardı. Dışarıdan gören; kafasının karmakarışık olduğunu rahatça anlayabilirdi. O, kendiyle muharebe hâlindeydi. Nefsinin hainliğini bir türlü frenleyemiyor, baş edememe sebeplerini anlayamıyordu. Bu amansız âhiret derdine; “belki bir çare bulurum” niyetiyle kalkıp gönlünün sultanı İsmail Fakirullah hazretlerini tefekkür etmek için mi kendini dışarı atmıştı. Onu vesile ederek Rabbine gözyaşları içinde duâlar etti, dolaştı kırda bayırda.              *** İçinde bulunduğu ruh hâlini, hissiyatını kimseye açamıyordu. Açsa da yanlış anlaşılmaktan korkuyor, onun için imtina ediyordu. İnsanların alay etmeleri, lakap takmaları ise ayrı bir dertti. Duâlarının kabul olması için evliyaların himmet etmelerine sığınmadan maada çare aklına gelmiyordu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.