Yüksek kayanın üzerinde birini görür gibi oldu!..

A -
A +
En yüksek kayanın üzerinde birini görür gibi oldu. Evet, yanılmıyordu orada biri vardı!..
 
 
Yerlerde minik minik dokunuşların izleri kalıyor, onlar da sıcağın tesiriyle hemen buharlaşıp kayboluyordu. İnsanlar sağa sola kaçışmıyordu, yağmurun bu hâlini pek sevmişlerdi. Saçakların altındaki yaramaz serçeleri saymazsak, etraf bomboştu. Deli rüzgâr yağmurun bu hâlini bozmamak için mi ne eskisi gibi sert esmiyor, sanki bir kenara çekilmiş olup bitenleri seyrediyordu. Arada dayanamayıp damlaların arasına usulca karışıyor, açık kalmış pencerelerden içeriye mis gibi bir toprak kokusu yayıyordu. Bu tarifsiz güzel koku değişip kelimelere dönüşüyor, kelimeler de İbrahim’in ruhunda yankılanıyordu sanki; “İnsan, sözünü yağmur gibi yumuşakça indirmeli kulaklara; kalpleri, kırıp dökmemeli, damla damla, tane tane söylemeli, söylenenler anlaşılmalı, anlaşılanlar kalplerde ince ince sevgiye, muhabbete dönüşmeli” diyordu muhterem gönül sultanı Hazreti Mevlâna. Bütün insanlığa sesleniyordu kaç asır evvelinden. “Ne olursan ol rahmet ol” diyordu muhterem hocası İsmail Fakirullah hazretleri de…
Tillo’nun her karış toprağında ayak izleri, unutulmaz hatıraları vardı. Kalbinin attığı bu yerlere geldikten sonra yüzündeki gülücükler de artmıştı. O öyleydi de hocasının emaneti hayat arkadaşı öyle değil miydi?
Erzurum, Hasankale, İstanbul, saray, kütüphaneler, medreseler, talebeler, Abdurrahman Gazi Türbesi, imamlık yaptığı câmiler, her biri insanlık kokan güzel insanlar, dadaşlar, dostlar, üzerinde çok emeği olan akrabalar unutulmayacaktı elbette. Ama o eserlerin üzerine yenilerini ilave edecekti. Biriktirdiklerini mezara götürmemeliydi. Bu insanların onun tecrüblerine ihtiyacı vardı. Hocası da öyle demiyor muydu?
             ***
Arkadaşların konuşmaları, içten sıcaklıkları ve samimi alâkaları beynindeki bütün menfilikleri, olumsuzlukları silip süpürmüş, kendini rüyalar âleminde hisseder olmuştu. Onu defalarca dağlara çağıran hisleri; yine galip gelmişti.
Molla İbrahim; çocukluğunda gezdiği; “burası benim dağım” dediği TEFEKKÜR TEPESİ'NDE tefekkür ediyor, kendi kendine: “Seneler sonra yine dağımdayım. Şükürler olsun Rabbime! Her şey bıraktığım gibi; işte o bana dayak atan çobanın çıktığı kayalar, hocamın babamla yürüyüş yaptığı patika... sık sık su almaya gittiğim o çeşme, çeşme başında yaşadıklarım, vefakâr medrese, merhum pederimizle ömür tükettiğimiz çilehanemiz... Her şey yerli yerinde, yine eskisi gibi. O zaman bir anda çıkardım buraya...”
En yüksek kayanın üzerinde birini görür gibi oldu. Evet, yanılmıyordu orada biri vardı. “Aman Allahım! Bu... bu hocam olmasın? Canım efendim, İsmail Fakirullah Hazretleri mi?” dedi, çakılıp kaldı.
“Merhaba genç mollam” diye yankılanan sesi duyunca, başını kaldırdı, sesin geldiği tarafa baktı. Güneş yanığı simalı, keçe kavuklu ve saçı sakalı sütbeyaz olan ihtiyar biri, yüzünde kocaman bir tebessümle ona bakıyordu ve oraların insanına hiç benzemiyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.