Çeperli’nin sokakları âdeta nehir olmuş akıyordu!..

A -
A +
 
 
Koyu bulutlar, Palandöken’den aşağı sarkarken şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu...
 
Hoca Hanım hiç tereddüt etmedi:
- Ahmed Merâmî Hazretleri dururken “bizimle kal” diyemem Osman Bedreddin. Yalnız gitme! Kendine mukayyet ol! Yolun açık olsun.
- Yalnız değilim, arkadaşım var. Allah’a ısmarladık abla.
- Uğurlar olsun güzel kardeşim, bir tanem…
Hoca Hanım; aceleye getirmeden derslerini tek tek dinlemiş, ertesi gün ne yapacaklarını da sıkı sıkıya tembihleyip uğurlamıştı çocukları.
Bağrışarak dışarı çıktıklarında; püfür püfür bir yel esiyordu köyün üzerinde. Savrulan harmanların tozu, dumanı birbirine karışmıştı. “Koşun koşun! Yağmur geliyor!” diyerek nasıl da birden dağılmışlardı.
Koyu kara bulutlar, Palandöken’den aşağı sarkarken birbiri ardınca şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu. Derenin o geçesinde olanların; “sel gelebilir” endişesiyle canhıraş koşmaları, hâlâ gözünün önündeydi. Kesif bir toprak kokusunu müteakiben selin ucu görülür görülmez de; “hadi içeri" demişti anacığı Zeliha Hanım.
Bazen sessiz sedasız, bazen hızlanarak, kimi zaman çiseleyerek yağan yağmur; şiddetini iyice arttırarak sağanağa dönüşmüştü artık. Leblebi, fındık derken ceviz büyüklüğünde dolular yağıyordu başlarının üstüne. Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyordu peş peşe. İnsanların, hayvanların sığınacakları yerler; ya sel sularına teslim, ya da yıldırımlara hedefti.
Çeperli’nin sokakları nehir olmuş akıyordu. Her taraf deryaya dönüşmüştü kısa zamanda. Delicesine köpüren sel; yoluna çıkan ne varsa alıp sürüklüyordu. İnsanların çaresiz çırpınışları yürekler dağlıyordu. Kapıldıkları çamurlu sulardan; “çekip alsınlar” diye bir umutla uzanan ellere; uzanacak başka kuvvetli bir el kalmamıştı köyde. Bazen bir çocuk çığlığı, bazen bir “imdat! Kimse yok mu? İmdat!” feryadı, acıklı duâlar, kesintisiz hıçkırıklar, canhıraş ağlaşmalar yürekleri dağlayarak kurşuni göğe yükseliyordu. Ne yapıp edip kendisini bir kuytuya atıp kurtulanlar da vardı, boğulup gidenler de...
Korkunç bir girdap oluşuyordu, sel büyüdükçe. Doymaz bir iştahla içine düşeni yutuyordu acımasızca! O gün yaylada ne kadar mal, davar varsa, azgın sulardan kaçamamıştı. Sürünün çoğunu sele kaptırmanın üzüntüsü, yüzlerden okunuyordu. O kederle günlerce kimse üstünü başını değiştirmemiş, gariban, mahzun çocuklar gibi boynu bükük, öyle kalakalmışlardı. Nasıl kalmasınalardı ki, onlar için hayvanları her şeyleri demekti?
Köy yerlerinde kimi zaman kuraklık, kıtlık, bazen de aşırı yağmur, dolu, sel olurdu böylesine, şimdiyse ismi henüz konmamış bir felaketle karşı karşıyaydılar. Kim bilir bu felaket, kimlerin canını yakacaktı!
Aklına neler gelmiyordu ki oturduğu mereğin kapı eşiğinde… O zaman kimse buralara Urus’un-murusun geleceğine inanmıyordu. Ya şimdi… Çocuk aklıyla bir mana veremediği konuşmalar, şimdi acı bir hakikat olarak karşılarına dikilmiş, merhametsizce canlarını yakıyordu. Asıl sel buydu, zelzele de…
                 ***
Benim taştan evim, ottan yastığım var,
Pek şirin köyüm, verimli toprağım var.
Nasıl bırakır giderim yâd ellere?
Gençliğim, çok emeğim, alın terim var.
DEVAMI YARIN
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.