Bu hain Ermenilerin yaptıkları nasıl unutulacaktı ki?..

A -
A +
Bir gün kuzuları otlatırken tek başına yakalamış, ne kadar dayak atmışlardı...
 
Oturduğu yerden bir film şeridi gibi yaşadıkları, gördükleri duydukları tek tek gözünün önünden geçiyordu. Düğünü olduğu ilk günlerde huzurlu olmanın formülünü bulmuştu:
“Çok fazla haşarılığın, somurtkanlığın, tembelliğin kırgınlığa sebep olacağı baştan belliydi. Çünkü derhal kaşlar çatılıyor, tavır alınıyordu. Bunları bile bile yanlış yapamazdım. Huzur ve saadetin anahtarı elimdeydi. Bunu pekâlâ anlamıştım. Sıra tatbik etmeye gelmişti.”
Harman, çayır, tarla, kuzuları otlatmadan kurtulmuştu. Yerini; tandır yakma, ekmek pişirme, yemek yapma, çamaşır yıkama, elbise dikme, çorap, kazak örme işleri almıştı. Çocuk büyütme o ayrı bir meşguliyetti. İşten vakit yoktu vesselam. En çok sevindiği şey; o teke kokan Ermeni çocuklarını görmemesiydi. O zaman “elhamdülillah kurtuldum” demiş sevinmişti ama şimdi yedi başlı ejderha olmuş; bütün neyi var, neyi yok yutmaya çalışıyor, kurulu düzenlerini, o huzur dolu hayatlarını zehir zıkkım ediyorlardı. O Ermeni denilen komşulara kim ne demişti ki, ipe sapa gelmiyorlardı? Kasıtlı bir yanlışlık yapmadan şimdiye kadar kimse rahatsız etmemiş; “Kul hakkı, komşuluk hakkı var” diye nazlarıyla oynanmıştı. Şimdi ne değişmişti de eşkıya olup dağa çıkmışlar, burunlarından getiriyorlardı! Ne acı hadise yaşanmışsa mutlaka hep onların yüzündendi! Yine onların şerrinden dolayı ata, dede yurtlarını terk etmek mecburiyetinde kalıyorlardı! Kabul edilebilecek, dayanılacak gibi değildi!
Bu hain Ermenilerin yaptıklarını nasıl unutacaktı ki? Daha dün gibi hafızasındaydı her şey: Bir gün kuzuları otlatırken tek başına yakalamış, ne kadar dayak atmışlardı. Günlerce acıyla yanmış, kavrulmuştu. Merhamet nedir, bilmiyorlardı. Kız çocuğu, zayıf, hasta demeden rastgele vurmuş, bayıltmışlardı. “Annemi, babamı, canım ninemi, dedemi bile unutmuşum…” Başına kötü vurulmasından dolayı geçici hafıza kaybı geçirmişti. Bu olup bitenleri iyileştiğinde anacığının ağlayarak anlatmasından öğrenmiş, pek hayıflanmıştı.
“Nereden çıktı bu Ermeniler de?”
Geniş bahçe içinde ne güzel evi vardı. Her taraf kavak ve söğüt ağaçlarıyla çevrelenmiş bahçesinde koyunlar, kuzular meleşerek dolaşırdı. Dedikodusu yok, karışanı yoktu. İstediği kadar çalışıyor, yorulunca istirahat ediyor, doyuncaya kadar da gezip tozuyordu. Hele o bahar günleri… Lâle, haşhaş, gelinciklerle bezeli tarlalarda kızlar çapa için bir saf tutup dizildi mi, seyretmeye doyamazdı, o da koşup hemen onlara çörek, börek hazırlardı.
Bu aile yuvasına katılmakla hayatı değişmiş; düzene, intizama da girmişti. Başlar hep dik, yüzleri ak, alınları açıktı. El emeği, göz nuru, alın teri dökerek helâl kazanma derdinde, büyük bir şerefle, kendinden emin adımlarla istikbâle yürüyordu Nene Gelin.
Nazar değdi galiba...
"Hey! Haydi tarlaya, haydi çamaşıra, haydi bağa, bostana!" dediklerinde hep birlikte düğüne gider gibi giderlerdi. Evde tek bir ses işitiliyordu. “Yek kalp, yekvücut, yek cihet olmak” herhâlde buna deniyordu. DEVAMI YARIN
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.