Bir his karmaşası yaşıyordu Allak bullak olmuştu zihni!..

A -
A +
Biricik oğulcuğu azıcık sesler çıkarmaya başladığında, tetikte bekleyen asker gibi fırladı yerinden.
 
Erzurum’a geldiklerinde Seyyide Hocahanımın hediyesi kaftanını, ilk yaşmak yaptığı tülbentini, düğünden kalan kınalı sargı bezlerini, erinin birkaç saç telini, mendilini, tarağını, kehribar tesbihini bir torbaya koyup kıymetli mücevhermiş gibi sakladı. "Zaman zaman açıp bakarım, severim, o günleri hatırlarım” diye düşünüyor, bir kez daha hüzünle doluyordu…
Babacığı; “Ben kendimi iyi hissetmiyorum, yorgun ve hâlsizim yatmam lazım” dedi, müsaade istedi, gidip kendi için ayrılan yatağına uzandı. Zor, yorucu bir gün geçirmişlerdi ailece. Üzerine gelen yükle eli ayağı ağırlaşmıştı. Ne kadar genç olsa da onun da gücü kuvveti sınırlıydı. "Ben nasıl bakacağım bu yavruya, bu ihtiyarlara?” Hayat hakkında fazla bir tecrübesi de yoktu, çok bir şey bilmiyordu… Acayip bir his karmaşası yaşıyordu. Allak bullak olmuştu zihni.
Biricik oğulcuğu azıcık sesler çıkarmaya başladığında, tetikte bekleyen asker gibi fırladı yerinden. Zaten uyumuş da değildi. Ona göre erinin emaneti ağlamamalıydı. Eskiden olsaydı bu kadar umursamazdı. “Acıktı balam” dedi, karnını doyurmaya çalıştı. Eri, sanki oracıkta, yanıbaşındaydı yine. Ne zaman gözünün önünden gitmişti ki zaten? Kokusu, dünkü gibi burnunda tütüyor, sesi kulağında, nefesini ensesinde hissediyordu.
Tefekkür ederken, gece yarısı daha bir anladı, birçok noksanlığının olduğunu. Bu bebek, en büyük yadigârdı, mesuliyeti de bir o kadar çoktu. Yavrucak onlara muhtaç, aile de ona… Birbirlerinden pek farkları yoktu. Az bir hareketle doyup yeniden uykuya dalan Nazım’ını tekrar beşiğe koydu, o pak alnına bir öpücük kondurdu, öptü, kokladı. Mis gibi bebek kokuyordu ve sımsıcaktı. Onun şimdiye kadar anasıydı, bundan sonra hem anası, hem de babası olacaktı artık.
"Sonu gelmeyen bir karanlığın içindeyim; sabahlar doğmuyor günlerime, yalnızlık bastırıyor yüreğime, acı içinde acı çekiyorum, o güzel sözlerini hatırlayıp fena oluyorum. Gözümün önünde o gülücük dolu elvedaların, aklımdan hiç çıkmıyorsun. Tutamıyorum kendimi, haykırıyorum dünyaya; ‘Erzurum’u Urus’a çiğnetme Mehmet Abdullah’ım!’ diye..."
Ezanların sesini duyunca “İlk sabahımız da oldu” diyerek kalktı Nene Gelin. Sağa sola bakındı. Erinin geldiğine dair bir işaret görünmüyordu. Pek ümitle beklemişti oysa. Belli ki askere kabul edilip kışlaya gönderdilmişti. Zaten giderken dememiş miydi? “Eğer akşam ezanlarına kadar dönmezsem bil ki kışlaya gitmişimdir.” Aklına geldikçe kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Yokluğuna ve yeni hayat şartlarına bir alışabilseydi. İyi ki Nazım’ı vardı. Erzurum, mahalle, ev onun için tanımadığı yepyeni yerlerdi. Köy yerinden şehre, varlıklı evden tamtakır eve, bir evli gibi olduğu komşulardan tanımadığı yeni komşulara alışmak bir lohusa gelin için kolay şeyler değildi. Geçirdiği güzel günler aklına geldikçe deli gibi ağlıyordu, gözyaşlarını kimseciklere göstermeden. Bir de evdekiler diyecekti ki; “Erine dayanamıyor” Oysa o belki de sebeplerden sadece bir tanesiydi. “Ben ne yapacağım?” diyerek uzaklara baktı. Sanırım bir yalnızlık korkusu yaşıyordu. Ama çok uzun sürmedi. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.