Peki, bu insanlar Ruslara, Ermenilere ne etmişlerdi?

A -
A +
Tabya kan gölüne çevrilmişti. Bu kanda boğulma korkusu aklını başından alıyordu. 
 
Hep içten, aynı milletin gayr-i memnun gruplarını bulup birbirlerine kırdırmışlardı. Bu bir İngiliz buluşu, politikasıydı. Şimdi Ruslar da aynı metodu kullanıyordu. Önce Ermeniler kışkırtılmıştı, ileride Kürtler de bu şekilde kullanılabilirdi... Yeter ki büyük kitleden memnun olmasınlar, kendilerini ayrı hissetsinler. Gerisi onlara kalmıştı.
Bu şekilde şeytani planlarla çok işlerde muvaffak olmuşlardı. İşte şimdi de öyle yapmış yalan, dolan, kandırmayla yüzlerce genci derin uykularında boğazlatmıştı. Tabya kan gölüne çevrilmişti. Bu kanda boğulma korkusu aklını başından alıyordu. Kafayı oynatmıştı. Hususi çantasından votkasını çıkardı, bir solukta tamamını kafasına dikti. Her şeyi, aklına gelebilecek bütün menfilikleri unutmak istiyordu. Moskova’ya ne telgraf çekmiş, ne vaatler almışken bu da nereden çıkmıştı? Kafasını duvarlara vuruyordu hırsından. Bir şişe daha içti. Olduğu yere yığıldı. Başka türlü sakinleşmesi mümkün değildi.
Yaşları on dokuz, yirmi üç arasında değişen gençlerin suçu, günahı, Müslüman Türk olmaktı. Peki bu insanlar Ruslara, Ermenilere ne etmişlerdi? Ellerinden mallarını mı almışlardı, yurtlarından, vatanlarından mı çıkarmışlardı, kadınlarını, kızlarını dağa mı kaldırmışlardı, ne zulümler, ne işkenceler etmişlerdi de bu kadar zulme uğramayı hak etmişlerdi? Tarifsiz kin ve nefretle doluydular.
En tabii hakları olan vatanlarını müdafaa etmek için askere gelmiş masumlardı. Onların da idealleri, hayalleri, hepsinden de mühimi yollarını dört gözle bekleyen sevdikleri vardı. Taş, toprak kadar mı kıymetleri yoktu ki ömürlerinin baharında yaşama hakları ellerinden alındı? Hem de en alçak tuzaklarla.
Her gün tabyaya süt, erzak, mal götürüp getiren, para üstüne para kazanan, âdeta askerle içli dışlı arkadaş olmuş insanları kandırmak kolaydı, peki hesabını vermek nasıl olacaktı?
“Hakikat olamaz! Mutlaka rüyâ görüyorum! Çok içtim ondandır! Nereden de aklıma geliyorlar bu uğursuz fikirler?” deyip düştüğü yerden sendeleyerek, yakınındaki duvarlara tutundu, yavaş yavaş ayağa kalktı. Dizleri tir tir titriyordu. Toz toprak olmuş elbiselerini bile silecek mecali yoktu. Çekinerek, biraz da ürkerek mazgallara yaklaştı. Korkusundan, iyice siperlendi. Her taraf karanlık, gece de olsa, onu görüp parçalayabilirlerdi. Alnından, boynundan oluk oluk ter boşanıyordu. Hava soğuk olmasına soğuk da, bu ter neyin nesiydi?
Giderek alaca karanlıkta belli belirsiz fark edilen ta uzaklarda, sisler, dumanlar içinde hayal meyal görünen Osmanlı çadırlarına ve askerin karınca misali hareketliliğine baktı. Kan çanağına dönmüş gözleri büyüdükçe büyüdü. Dağ taş insan kaynıyordu. Türklerin bu kadar askeri olmadığını çok iyi biliyordu. Yoksa meşhur Ermeni casusluları yanlış malumat mı vermişti? Ermeniler; Türk casusu muydu? Yoksa yoksa… Osmanlı’ya gizli yollardan, yerlerden takviye mi gelmişti? Bu hareketlilik, korkunç kalabalık neyin nesiydi?!. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.