"General! İsterseniz şöyle bir ovaya doğru nazar edin!.."

A -
A +
Osmanlı elçisi: "Şunu bilin ki; tabyaları saran askerlerimiz, iki yüz binden ziyadedir!.."
 
Türkçe bir ses, tabyaların kalın duvarlarına çarparak yankılandı:
- Hey! Size bir teklifimiz var! Elçimizi içeri alır mısınız?
- !!!
Hisar duvarlarına siperlenmiş generalin has adamları, kendi aralarında bazı şeyler konuştuktan sonra komutanlarına baktılar. O da “dışarıdan gelen sese cevap verin” manasında başıyla işaret etti. Rus işgal kuvvetlerinin iyi derecede Türkçe bilen Ermeni asıllı sözcüsü:
- Tamam alırız... Gönderin, gelsin!
- !!!
Bir anda tabyaların avlusu, gözetleme kuleleri tam teçhizatlı Rus subayları, askerleri ve Ermeni gönüllüleriyle doluverdi. Rusların ruhani lideri piskopos ve onun yardımcısının içi kan ağlıyordu. Neşeleri, keyifleri çoktan kaçmış iki ruhban, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine de oradakilere moral vermeye çalışıyordu. Bunların ikisi de Rusların ve Ermenilerin en itibarlılarıydı. Sınırsız sevgi, hürmet görüyor, Hristiyan askerler onlara mutlak “aziz” gözüyle bakıyor ve öyle de inanıyordu.
Aziz Hovennasyan, Aziz Borisof... Rusların en mühim muharebelerinde bulunmuş akla, hayale sığmayacak vaatleriyle masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanmışlardı. Hiçbir nizama, hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünyalıkları yerinde, kendi milletleri arasında şerefin, şöhretin zirvesindeydiler. Her zaferden sonra kralları Aleksandır Nikolayeviç, onlara rütbe, yüksek maaş, uşanka, valenki, murassa kılıç gibi kıymetli hediyeler verir, zenginlikleri, itibarları arttıkça da artardı. Baş başa kalıp yıllanmış şaraplarını yudumlarken yaptıklarına güler; “İstemeyiz…” derler, “Büyük Rusya” uğrundaki gayretlerine “ücret, mükâfat, övgü kabul etmez” görünürlerdi. Her türlü harp veya kargaşa onların mutlak bayramıydı. Toplar, tüfekler patlatılmaya; Osmanlı askerlerinin “Allah Allah” nidalarıyla gürlemeğe; süngüler şakırdamağa başladı mı da, hemen saklanacak delik arar, kendilerini olabilecek tehlikelerden uzak yerlere gizlerler; istavroz çıkartarak güya düşman saflarına ölüm saldırılarında bulunurlardı… Ateşli sözler, alevli gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup halkı tutuşturduklarını söylerlerdi. Kral, kraliçe, prens ve prensesler onların; herkesi büyüleyen ayinlerini, saçma sapan laflarını gülümseyerek dinler, yine de onlarsız yapamazlardı. Kafaları bitmez, tükenmez hatıralarıyla meşgulken, elçiyi yukarı getirdiler. Kimse konuşmadığı için iki ruhani lider de sustu, pürdikkat kesildi. Bu gelen Türk elçisi, çok iyi Ermenice ve Rusça biliyordu. Mertçe tekliflerini söyledi.
- General! Ahmed Muhtar Paşamız der ki: “Hemen topraklarımızı terk etsin, gitsinler! Biz onları görmedik, onlar da bizi!” Şunu bilin ki; tabyaları saran Osmanlı askerleri, iki yüz binden ziyade... Hepsi de muharip... İsterseniz şöyle bir ovaya doğru nazar edin!
- !!!
- Yine Ahmed Muhtar Paşamız der ki: “Geri dönmelerine bir mâni varsa; kan dökülmeden, zayiatsız teslim olsunlar! Türk milleti misafirperverdir, istedikleri kadar bakar, kollarız!..”
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.