Evdekilere sıkıntılarını belli etmeyecekti Küçük Ali...

A -
A +
Mizacı itibarıyla her şeyden korkardı Ali. Yalnız, tek başına annesiz dışarı çıkamazdı...
 
Geldiği günden beri yattığı odada pencereye vuran altın sarısı güneş hüzmelerine dalıp dalıp gidiyordu Ali. O, sıcağa hasret bir köyde doğmuştu. Bu kadar güneşi bol yer değildi. Pek soğuktu, buz, kar, tipi, boran içindeydi uzun zamanlar. Doğup büyüdüğü bu yerde bazen kurtlar, evlerinin önüne kadar iner, dışarıda canlı adına ne varsa alır götürürdü. Acıklı hadiseler çok yaşanmıştı. Ya burası… Çok merak ediyordu. Bir iyi olup ayağa kalkabilseydi. Annesinin, babasının çaresizliğini de hesaba katınca ne edip edip bir an evvel yataktan çıkmalıydı. Kendini yemeğe zorlayacak, fırsat buldukça ağrılarını düşünmeyecekti. Evdekilere sıkıntılarını belli etmeyecekti. Buna pek kararlıydı.
Mizacı itibarıyla her şeyden korkardı Ali. Yalnız, tek başına annesiz dışarı çıkamazdı o kış gecelerinde. Hasretini çekerlerdi ailecek baharın, güneşin. Sohbetleri hep kar, kış ve dört gözle beklenen yaz üzerine olurdu daima. Küçücükken olduğu gibi şimdi de annesinin sığınacak kucağını arardı, sımsıcak… İşte o pencereye vuran altın hüzmeler, ilaç gibiydi. Dalıp gittiği her ışık demeti, hep geldikleri köy evini hatırlatıyordu ona…
Bir gün dedesine, fakirlere pek acıdığını söylemişti de o pir-i fâni hâliyle ak sakalını sıvazlayarak ne kadar da gülmüştü:
- Bak Ali’m, Hak teâlâ bir insana iki sıkıntıyı birden vermez. Fakirlik verdiyse mallarını kaybetme korkusunu alır insandan. En mühimiyse; hesabı kolay olur o mahşer gününde.
- Anlayamadım dedeciğim.
- Yani demek istiyorum ki, nasıl her kışın bir baharı, her gecenin sabahı, her yokuşun bir inişi varsa, dünyada insanların da her şeyleri öyle dengelidir. Cenâb-ı Allah, öyle yaratmış. Zenginlik verdiklerine onu kaybetme, çaldırma korkusu da vermiş. Fakirin öyle çalınacak bir şeyleri olmadığı için gerine gerine yatarlar, icabında kapılarını bile kilitlemezler. En iyisi bir misalle anlatayım.
- Çok daha iyi olur dedeciğim.
- Sultanın biri hizmetçisinin çok neşeli olduğunu kendisinin ise bir defa olsun katıla katıla gülemediğini, kedersiz bir gününü hatırlamadığını düşünüyormuş ki o arada vezir-i azam içeri girmiş. “Vezirim, gel şöyle bir hâlleşelim” deyince o da, “Buyurun sultanım” demiş tabii. Sultan keyifle iş yapan hizmetçisini göstermiş: “Bak şuna, hayatından çok memnun, huzur ve saadet dağıtıyor çevresine. Niçin benden daha mesut, mutlu? Onun hiçbir şeyi yok, ben ise sultanım ve her şeyim var ama tam aksine her zaman kederliyim?” diye sual edince vezir düşünmüş şöyle demiş:
“Sultanım ona doksan dokuz kaidesini tatbik edelim bakalım yine neşeli olacak mı? Görelim, ona göre bu meseleyi konuşalım” demiş. Sultan, ne dediğini tam anlayamamış. “Bu doksan dokuz kaidesi de nedir?” diye sual edince vezir izah etmiş: “Bir kâsenin içine doksan dokuz altın koyalım ve üzerine ‘bu yüz altın size hediyedir’ diye yazıp geceleyin kapısının önüne bırakalım ve ne olacağına bakalım efendim…”                  
Aynen ve hemen de denilenleri yapmışlar. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.