Babasının anlattıklarının fotoğrafını çekip yerleştiriyordu beynine...

A -
A +

Babasıyla konuştuktan sonra sıkıntıları dağılmış, pek de huzurla dolmuştu. Keyfi yerinde görünüyordu. 

 
Eski perdeyi havalandıran rüzgârın vınlamasıyla beraber kuş cıvıltıları, motor gürültüsü, çocuk bağrışmaları odayı dolduruverdi. Sanki bu sesleri yeni duyuyordu. Sohbetin bereketiyle olsa gerek, biraz önce hiç farkında değildi Ali...
Önce kendi nefes alış verişini dinledi. Babasıyla konuştuktan sonra sıkıntıları dağılmış, pek de huzurla dolmuştu. Keyfi yerinde görünüyordu. Yeniden başını çevirip muhabbetle babacığına baktı. Hâlâ kâğıtlarda olan gözlerini çevreleyen uzun kirpiklerine çisil çisil kızıl sabah güneşi yağıyordu. Gayr-i ihtiyarı gözlerini, güneş hüzmelerinin geldiği pencereye çevirdi, kırpıştırdı. Sabah ufuktan yükselen güneş, mavi gökyüzünde nar topu gibi salınırken birden pamuk yığını bulutların arkasına gizleniyor, sanki saklambaç oynuyordu onunla.
Baba ile oğul artık konuşmuyordu. Aralarındaki kısa olmasına rağmen uzunmuş gibi gelen zamanı ve yolu yok edermişçesine vücudunu kendine doğru çekip sıfırlıyor. Küçük ak elleri saçlarının arasında geziniyor. Kelimeler gelip gelip dudağının kenarına yerleşiyor lakin bir türlü dışarı çıkamıyordu. Nefes nefese koca şehir uyanmak üzere… Babasının anlattıklarının fotoğrafını çekip yerleştiriyordu beynine. Ne kimselere kızmak, ne de incinmek olacaktı bundan sonra. İncitmek ise asla…
İnsanı, hayvanı, canlı cansız ne varsa karşılıksız seviyordu. Karşılıksız sevmek demek; kimselerden bir şey beklemeden muhabbetle onlara hizmet edebilmek demekti ona göre. Yani “Rahmet olup üzerlerine yağmak” fikri iyice kuvvetleniyordu beyninde. Sevmemek, kızmak, öfkelenmek gibi akla gelebilecek her çeşit kötüler, kötülükler zaten yoktu çantasında.
Yarı uyanık, yarı uykulu bu rüya; mutfaktan gelen anacığının masalsı, “Buyurun kahvaltıya” sesiyle tamamlanıyordu bu sabah.
                  ***
Büyük bahçem olacak,
Binbir çeşit güllerden
İçinde binbir çocuk
Binbir çeşit ülkeden..
Yokuşlara, düzlere,
Çıkalım, kardeş gibi
Önder olsun bizlere
İki Cihan Serveri..
Gülle doldur bohçayı,
GÜL olup, GÜL kokalım,
Dünya denen bahçeyi
Güllerle donatalım...
            ***
 Yılmaz, nasihat falan anlamıyordu. Ali’nin geçeceğini tahmin ettiği yolun üst başındaki bahçe duvarına çıkıp ağaç yapraklarını kendine siper ederek bekliyordu. Birkaç adım ileride Ali göründü. Her zamanki gibi aynı elbiselerini giyinmiş, bir poşette taşıdığı birkaç kitap ve defterle, her şeyden habersiz okuluna doğru yürüyordu. Tam Yılmaz’ın hizasına geldiğinde duvardan birkaç taş yuvarlandı önüne düştü, durakladı. Bir taşlara bir düştükleri yere bakarken arkadan, peşi sıra gelen okul arkadaşlarından iki kişi duvara tırmanıp Yılmaz’ı kollarından sıkı sıkıya tutuverdiler. Yılmaz, çıldırmış bir sırtlana benziyordu. Çakır gözlerini kin ve nefret bürümüştü. Sanki avı elinden alınmış yırtıcı bir canavar gibi hırıltılı sesler çıkarıyordu. Kollarını tutan çocuklara rağmen duvarın başına kadar eğildi, aşağıya baktı. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak Ali’nin üzerine atlayacaktı... Sonrası mı? Onu hesap edecek ne aklı, ne de izanı vardı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.