BRÜTÜS

A -
A +
Bir makama gelen sanır ki bütün iyilik yaptığı insanlar ona sâdıktır, vefâlıdır, dar ve zor zamanında yanında yer alır. Ne var ki bir zaman sonra bunların tam aksini yaşar. İşbaşındaki idareci, bu değişmez kaideyi bilir fakat buna rağmen önünde el pençe divan duranları, dostlarına tercih eder. Hâlbuki onların çoğu, dün kendisini küçümsemiş, hakaret etmiş, çekiştirmişti. Nitekim değişmemişlerdir; fırsatı bulunca taşıdıkları hıncın gereğini yaparlar.
İnsanın hakiki ve samimi dostları ancak bir elin parmakları kadardır. Ancak; insan, işbaşına gelince iyi gün dostları, riyakârlar ve çıkarcılar tarafından etrafı sarılır, hakiki ve samimi dostlar uzağa düşerler. Zaten doğruyu söylediği için onların sözleri, çok da hoşa gitmez. Zira dostların yerini alan dost taklitçisi şaklabanlar, onu neredeyse yanılmaz olduğuna inandırmışlardır.
Julius Caesar, Roma Cumhuriyeti’nin namlı lideri, yazar ve meşhur bir tarihî simadır. Senatonun yetkilerini kısıtladığı gerekçesiyle senatörler, MÖ 15 Mart 44’te senatoda kendisine bir suikast düzenleyerek canına kastedip öldürürler. Birçok suikastçı saldırgan vardır. Onlardan biri de Jül Sezar’ın evlatlık edindiği Marcus Junius Brutus’tur. Sezar, yerde kanlar içindeyken son nefesini vermeden onu görünce gayrı ihtiyari şöyle der “sen de mi Brütüs!’’ Bu hükümdar, Roma’yı idare etmiş, ancak Brütüs’ün karakterini okuyamamıştır.
Başvekil Adnan Menderes, 10 yıllık başarılı icraatıyla ülkeyi geri kalmışlıktan ‘’kalkınmakta olan ülke’’ derecesine yükselten insandır. Onun kabinesindeki bakanlardan biri de Ethem Menderes’tir. Bu insan, Menderes ailesinde yetişmiş ve kendi soy isimlerini verdikleri bir kimsedir. Alıp, okutup, yetiştirip bakanlığa kadar taşıdıkları Ethem Menderes, Yassıada yargılamalarında Adnan Menderes’i müdafaa etmedi, lehine konuşmadı. Bu acı hâli herhâlde Hazreti Ali’nin şu sözü en güzel şekilde açıklamaktadır:
Hazreti Ali’ye bir gün “filan kimse sizin aleyhinize konuşuyor’’ derler. ‘’Nasıl olur? Ben ona iyilik yapmamıştım ki!’’ diye karşılık verirler. Bir gün de yakın dostları, ‘’sizden önceki halifeler zamanında bu kargaşa yoktu, şimdi niye var?’’ derler. Buyurdukları cevap, muhteşemdir: ‘’Onların müşaviri bendim, benim müşavirim sizlersiniz’’.
Konstantiniyye fethedilip İstanbul olduktan sonra ilk ölüm cezası, sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın idam edilmesidir. Şanlı Peygamberin -aleyhisselam-fethe dair muştusu varken sadrazamın kuşatma esnasındaki muhalif tavrı, fetihten sonra Fatih tarafından idamla cezalandırılmıştır.
Kırım, Osmalıda yarı muhtar bir idari hanlıktır. Kırım hanları ordunun sefere çıkmasında asker vermekle mükelleflerdi. II. Viyana Kuşatmasında Kırım Hanı Murat Giray’a düşmanın geçeceği bir geçidi tutma vazifesi verilir. Ancak düşman ordusu gelince bu han, şu sözlerle Osmanlıya da kendi ırkına da dinine de istikbale de ihanet eder. “Düşmana yol verelim ki Osmanlı kıymetimizi anlasın!’’ Böylece 12 Eylül 1683’te tarih ve talih aleyhimize döner. Hâlâ kendimizi toparlayamadık.
Sultan Abdülhamid Han “Toplantı bitince nazırların yarısı İngiliz, yarısı Fransız sefaretine gidiyorlar’’ der. Tabiî bunu haber vererek izin alarak yapmıyorlardı. Sadrazam Midhat Paşa’nın Abdülaziz Han’ın öldürülmesiyle alâkalı olarak mahkemeye dâvet edilince İzmir’de Fransız konsolosluğuna sığınması ise bu ‘’hürriyet kahramanı’’ için tam bir utanç vesikasıdır.
Turgut Özal’ın şu sözleri, derin bir pişmanlığın ifadesidir:
-Mesut’u partinin başına getirmem, Semra’yı ilin başına getirmem, siyasette vefa olduğunu sanmam, benim üç hatamdır.
Hasan Celal Güzel, dobra konuştuğu için onu değil, Kenan Evren’in tavsiye ettiği Alman ekolünden Mesut Yılmaz’ı başbakan, etrafı ‘’papatyalar’’ denen aşağılık, menfaatçi, sosyete bozuntusu kadınlar tarafından çevrili eşi Semra Özal’ı da insan kıtlığı varmış gibi ANAP İstanbul il başkanı yapmıştı…
Cumhurbaşkanı olup Çankaya’ya çıkınca yalnızlığa mahkûm oldu. Başbakan yaptığı insanlar bile telefonuna çıkmıyordu. Bu yüzden yeni parti kurma hazırlığındaydı. Tam o sırada şüpheli bir şekilde öldü veya öldürüldü.
Bu bahiste anlatacak çok şey var. Çoğu çok kimse tarafından bilinmekte. Ne var ki bilindiği hâlde riayet edilmediği için tarih tekerrür etmekte. Bilgi uygulanırsa yerini bulur. Mevzuu, kölelikten devlet adamlığına yükselip Emevi Devleti’ni yıkarak Abbasi Devleti’nin kurulmasına vesile olan ancak kendisi de bir suikastla can veren efsane isim Ebu Müslim Abdurrahman bin Müslim el Horasanî, çok güzel şekilde hülasa etmektedir:
-Onlar, zarar gelmeyeceğinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Düşmanlarını ise kazanmak için yakınlarına aldılar. Yakınlarına aldıkları düşmanlar, dost olmadı. Uzaklaştırılan dostlar da düşman oldular. Herkes düşman olunca da yıkılmaları kaçınılmaz oldu.
İnsanları idare etmek, razı etmek, memnun etmek çok zordur. Kırk gün iyilik gören bir gün bir yanlışlık gördüğünde düşman kesilir. Bundan olsa gerek ki İmam-ı âzâm ebu Hanife Numân bin Sabit, bir dâhi ve Hanefi mezhebini kurucusu iken, kırbaç altında şehit olmaya razı oldu ama idareciliği kabul etmedi.
Gelen-gidenin çokluğu üzerine Seyyid Abdülkadiri Geylani hazretlerinin genç bir öğrencisi, hayret ve hayranlığını gizleyemez “Efendim, ne kadar çok seveniniz var!’’ Gavs-ı âzâm, şu veciz ve pırlantadan cevabı verirler:
-Evlâdım; insanlar, bugün sever, yarın söverler; Allah seviyor mu? Sen onu haber ver!
Mehmet Akif de hayıflanmasını mısralarla dile getirmiş:
Geçmişten adam hisse kaparmış
Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.