“Bu çocuklara anne olacaksın” demişti...

A -
A +
 
Baba ile birlikte içeri girdiklerinde birkaç köylü kadın, anne Mahigül’ü boylu boyunca yatırmış, yorganı üstüne çekmişlerdi.
 
Akif Aga, bütün gün, hatta çocukların yattığı gece vaktine kadar kahvede otururdu. Bakkaldan bir şey almak isteyenler önce kahveye gider, Akif’e alacağını orada söyler, o da -genellikle köy çocuklarından biri olan- müşteriyle birlikte kalkıp bakkala gelirdi. Vereceğini verir, bakkalın kapısında asılı paslı kilidin üzerindeki anahtarı çevirir, cebine atar, tekrar kahveye dönerdi. Şehre gideceği zaman kilidi açık bırakırdı, “Acil ihtiyacı olan istediğini alsın” diye.
Zehra bazen onu bakkalın dış duvarının dibindeki sedirde otururken gördüğünde sevinç duyardı.
Ama bu kez yalnız ve vakitsiz gelişinden korktu... 
            ***
Baba ile birlikte içeri girdiklerinde birkaç köylü kadın, anne Mahigül’ü boylu boyunca yatırmış, yorganı -kafasını da kapatacak şekilde- üstüne çekmişlerdi.
Baba ağlamadı. Ayaküstü bir şeyler okuyup çıktı.
Zehra da ağlamadı. Kadınlardan birinin gösterdiği küçük iskemleye oturdu. Sekinin yüksekliği neredeyse omuzlarının hizasına geliyordu. Annesinin cesedi ise -aşağıdan bakınca- dağ gibi duruyordu.
Yıllardır yatakta oturan annesinin böyle uzandığını ilk kez görüyordu belki de.
Annesi ile ortak hayatı yedi yılda bitmişti.
            ***
Üç çocuk, yani yedi yaşındaki Zehra, beş yaşındaki Salih ve dört yaşındaki Halil, baba Akif ile anne Mahigül’ün birer ucundan tuttuğu ve ortasına oturttukları dastarın, anne tarafından bırakılması sonrası yere dökülmüşlerdi âdeta.
Şimdi onları toparlamak Zehra’ya kalmıştı; bir zamanlar Mahigül’ün, “Bu çocuklara anne olacaksın” dediği gün gelmişti.
1937’nin hazan mevsimiydi...
            ***
Kardeşler yeni gelen Hala’yı kabullenemedi.
Zehra, “Ben annemden başkasına anne demem” deyince, Akif Aga “Tamam, Hala dersiniz” demişti.
            ***
Bakkal Akif Aga'nın ince sakalı, sinema filminde oynayacak olan bir figürana emanet takılmış gibi duruyordu.
Arkada atın bulunduğu kom, solda bir oda, ortada bir küçük hol ve sağda tepeden pencereli tandırbaşından oluşan küçük evine bitişik ve dışarıdan kapısı olan bakkalda durmazdı Akif Aga. Doğrusu oraya pek bakkal da denmezdi. Şeker, çay, gaz lambası şişesi, bardak, kuru incir, kuru üzüm, sabun gibi sayılı çeşidi vardı. Bir de gazyağı. Rafların çoğu boş olurdu.
Dükkânın kendine has bir kokusu vardı. Zehra her girişte bu kokuyu mutlaka duyardı. İncir, üzüm, bisküvi karışımı çarpıcı bir “bakkal kokusu.”
Günde iki üç kişi gelirdi. Zehra onların hemen hemen hiç para verdiğini görmemişti. Hep deftere yazdırırlardı. Tuğla kalınlığında siyah deri kapağı olan o kocaman deftere.
O defterdekilerin ne zaman tahsil edildiğini bilmezdi.
Baba, her ay Süleyman’ın kamyonu ile ilçeye gidip bakkalın azalan mallarına takviye yapardı...
Bu gidişin dönüşünde yalnız gelmedi. Yanında, kısa boylu, kendisinden daha yaşlı duran, yazmasının altından kınalı saçları görünen, açık tenli ve güleç yüzlü bir kadınla çıkagelmişti akşamüstü... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.