İdeoloji düşünceyi yok ediyor

A -
A +

Rahmetli babamı, burada tedavi ettirdikten sonra, "Oğlum ancak ben kendi mekanımda rahat ederim" demesiyle birlikte, uçakla memlekete göndermiştim. Birkaç hafta sonra acilen beni yanına çağırdı... İstanbul'dan hemen uçakla Ankara'ya, sis yüzünden uçak inemedi, tekrar İstanbul'a döndü... Ordan tekrar Ankara'ya... Nihayet üçüncü gün kara yoluyla Rize'nin Pazar ilçesine vardığımda, babacığımın Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu öğrendim... Onun helallığını hep almışımdır ama bizzat son nefesinde başında bulunamadım diye çok üzüldüm... İki şeyin yeri dolmuyor... Biri ana biri baba... Bir daha da hiç kimse bir evlada anne baba olmuyor... Kaç yaşında olursa olsun... Derler ya, "Ana başta tâc imiş/, Her derde ilâc imiş, /Bir evlat pîr olsa da,/Anaya muhtâc imiş." Babaya çok fazla şiir yazılmamış ama babam öldüğü zaman, arkamdaki büyük bir kayanın gümbürdeyip göçtüğünü anladım... Babam bana inancı, ecdat sevgisini öğretmişti... Kubullenemiyorum Her şey bir yana da, hangi konuda olursa olsun, şimdi adına yaptırım dedikleri, dayatmayı bir türlü kabullenemiyorum. Yegane kabullenemediğim şey dayatmanın yapılmasıdır... İnanıp inanmamam ayrı bir konu... Tamam beni ikaz et, irşat et... Ama hiçbir şekilde, "Böyle giyineceksin... Böylece düşüneceksin... Böyle yaşayacaksın..." diye hangi kesimden gelirse gelsin dayatmayı kabullenemiyorum. Beni ikna edin, inandırın ama asla dayatmayın... Dayatma kadar insanın yapısına ters bir davranış bilmiyorum... İnsanlar Ay'a çıktı Yıl 1969... ABD'li astronot, Neil Armstrong'un Ay'a ayak bastığı an... Bir transistörlü radyodan büyük bir heyecanla, iftihar ederek, adeta yerimde duramaz halde Ay'dan yapılan canlı yayını dinliyorum... Bu ne büyük bir heyecan benim için, anlatamam... Bu esnada, yaşadığım bu hazzı, bu muhteşem duyguyu, birileriyle paylaşmaya yanıyor, susuyorum... Ah beni anlayabilecek bir insan görsem de sevincimi onunla paylaşsam... O sıra, bizim köyde fahri imamlık da yapan Maksut amca dediğimiz muhterem bir zat omuzunda birkaç odunla ordan geçiyor... 'Hah!' diyorum..."Sevincimi Maksut amcayla paylaşabilirim" - Maksut amca Maksut amca... Hele bak, insanlar Ay'a çıktı Ay'a... İşte canlı yayından az önce dinledim... Onun da benim gibi heyecanlanmasını beklerken hiç ama hiç ummadığım bir cevapla karşılaşıyorum: - Deme öyle sakın!... Allah insanı kendine o kadar yaklaştırmaz... Ve donup kalıyorum... Neye biliyor musun?.. İnancın şuursuz olduğunda ne kadar güdük kaldığına... Düşünebiliyor musunuz, bu adam bir dindar... Fakat şuurla takviye edilmemiş dini inancı, Allah'a mekan biçecek kadar dar bir noktaya gelebiliyor... Ondan sonra, inanmanın değil, şuurla inanmanın gereğini anladım ve bu inancı anlatmaya çalıştım... Romanlarımda olsun diğer eserlerimde olsun hep bunu anlatmaya çalıştım... Bu sadece bizde değil tabii... Hıristiyanlıkta da var böylesi şuursuz inanç... Matbaanın gelmesine ilk karşı çıkanlar papazlar olmuştur... Demişlerdir ki, "Bilgi ayağa düşer, kiliseye kimse gelmez... Bizde her türlü kitap var... Her eve bir kitap girdiğini düşünebiliyor musunuz?.. Kitap ne hale gelir?.." gibi sözler söylemişlerdir... Yanlış yapıyorlar Şimdi de var aynı kafayı taşıyanlar... Kendi daracık penceresinden hayata bakmak... İnanç çok geniş ufuktur... Özellikle dini inançlar çok geniş ufuktur... Onu daraltan ve birbirine dayatan, gene insanlardır... İnsanlar kendi bakış açısını daraltıyor ve birbirine ideolojiyi, düşünceyi dayatıyor... Birbirlerinin düşüncesini yok etmeye çalışıyorlar... Tabii, yanlış yapıyorlar... Hani insan insanın kurdudur derler ya... Böyle olmasaydı bugün dünya her açıdan daha fevkalade olurdu... Bu dünya için böyle, Türkiye için böyle; politik hayat için böyle, dini hayat için böyle... Biraz insaf ederek söylüyorum kendim için de böyle... Elli senelik hayatımın yaklaşık yirmi yılını çocukluk ve gençliğe sayarsam, yaklaşık otuz senem şuurlu geçti.... Yaşayarak geçti... Bir de hayatla oynayarak geçti... Çünkü roman yazmak hayatla oynamaktır... Herkes onu Yavuz Bahadıroğlu ismi ile tanıdı Adı Niyazi Birinci... Pazarhisar'da 1945 yılında doğdu... 1971'de Yeni Asya Gazetesinde muhabir olarak gazeteciliğe başladı... Haber-Röportaj-Araştırma dallarında çalıştı. Aynı gazetenin Yurtiçi istihbaratını idare etti... Veysel Akpınar ve Şeref Baysal takma adlarıyla günlük fıkralar yazdı... Sunguroğlu, Bizans Saraylarında, Buhara Yanıyor, Elveda Buhara, Turgut Alp, Sahipsiz Saltanat, Kırım Selim, Şirpençe gibi meşhur eserlerinde "Yavuz Bahadıroğlu" ismini kullandı. İlk romanımı yazdığımda İlk romanımı yayınladığım zaman, takdir hislerini bekleyerek babama gönderdim... Uzun zaman cevap gelmedi... Ardından mektup yazdım... Onun sözleri benim için çok önemliydi... Cevap verdi, dedi ki: "Oğlum, kızma üzülme ama, romanla hikayeyle, masalla hizmet edilmez..." Babam bir Osmanlı beyefendisiydi... Onun görüşlerine, ilmine, ferasetine çok önem verirdim... Dedim ki: "Okudunuz da mı bu fikre sahip oldunuz?" -Hayır okumadım.... Bir şeyi karıştırıyordu babam... Daha önce okuduğu romanlarla karıştırıyordu romanımı... Çünkü daha önce okudukları, inançlarına saldırmıştı... Düşüncelerine, mukaddes değerlerine saldırmıştı... Buna inanıyordu... Bir müddet sonra hastalanıp nekahet döneminde diyor ki, "Hele bizim çocuk ne yazmış, bir bakayım..." Ve okuyor baştan sona... Ardından bir mektup yazıyor... "Ciğer köşem oğlum... Evet bunlarla hizmet edilir... Aynen devam et... Dualarım seninledir..." O günden sonra kalemimin ucu açıldı... Kekemeliği bitti... O anki mutluluğumu tarif edemem... İlk muhabirliğim... Sene 1971... Türkiye, iç dinamikleriyle kavgaya endekslenmiş... Gençlik birbirine kırdırılıyor... Bir köy çocuğuyum ve İstanbul'a gelmiş, gazetecilik yapıyorum... Gerçi İstanbul'u görmüş, okumuşum ama bizzat derinliklerini yaşamamışım henüz... Kendime göre, enteresan tetkikler yapıp haberler buluyorum... O ara, NATO Başkomutanı, Hilton'da bir basın toplantısı yapıyor... Ve ben de o vesileyle ilk defa Hilton oteline ayak basmış olacağım... O günlerde gazeteciler nedense birbirlerine yardım etmezlerdi... Ben yeniyim... Acemiyim... Yer Hilton ve basın toplantısı yapacak olan şahıs, NATO başkomutanı... Kendimi evvela meslektaşlarıma ispat etmek zorundaydım... Gidiyorum ve basın toplantısını organize eden yerden, komutan hakkında bilgiler alıyorum... Tabii bu arada ilk defa asansörde mahsur kalmanın ne olduğunu öğreniyorum... Evet çok bindim asansöre ama öyle bir asansörü ilk defa görüyordum... Bütün buna rağmen, kapıda bekleyen gazetecilere, onların belki o an için hiç düşünemedikleri bu bilgileri aktarırken beni hayret ve hayranlıkla dinlediklerini gördüm... O günden sonra beni de aralarına aldıklarına, iltifat ettiklerine şahit oldum... Her alanda insanlar fırsat oluşturabilir, fırsat yakalayabilirlerse kendilerini ispat için belli bir noktaya geliyorlar... Eğer kendilerini ortama teslim ederlerse, ya oldukları yerde kalıyor, ya da yok olup gidiyorlar... Bu hatıramı, belli bir noktaya gelmek isteyen idealist gençlere örnek olması bakımdan anlattım...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.