Hiç olmazsa bir "yazı" okuyun

A -
A +

Her gün aynı haberler, her gün aynı isimler, her gün aynı tandanslı klişeler, fotoğraflar... Ne gazete manşetlerinde hal kaldı ne televizyon ekranlarında; ne okuyucu ne izleyicide. Ne düşündüm biliyor musunuz? Şu içinde bulunduğumuz ve bizi hayatımızdan bezdiren kaos ortamından şöyle hiç olmazsa hayalimizde uzaklaşalım birazcık. Biraz eski yıllarımıza dönelim. Türkiye'nin az gelişmiş ama ümit dolu yıllarına. Size bir yazı sunacağım bugün. Türkiye'de, diline ve üslubuna hayran kaldığım, deneme üstadı, Sayın Ahmet Turan Alkan'ın "Üç noktanın söylediği" isimli kitabından "Tren düşünceleri" başlıklı yazısını... Okuyun... Sadece okuyun... İnanın hiç olmazsa bir "yazı" okumuş olacaksınız. Okuduğunuza da değecek... "Ben bir demiryolcunun çocuğuyum. Kursağımdaki ekmekte aks başlarına kanat takmış çelik tekerlekli "te-cim-dal-dal" ambleminin görünmez gölgesi vardır. Temiz havaya dağılan kömür isinin geniz yakıcı kokusu, tam ortasına ayyıldız kondurulmuş çift katlı pencereden hızla geçip kaybolan ağaçlar, yalçın kayalıklar, vahşi sular, uçurumlar, ani ve zalim şakırtılarla yürek hoplatan demir köprüler, kara ağzında yeryüzünün bütün ışığını bir anda dağın karnına çekip yutuveren korkulu tüneller, bir yılan kıvraklığı ile derin boğazların içinde yolunu her defasında şaşmaz bir intizamla bulan, sonra şaşırtıcı bir kıvrılışla neredeyse pencerenizden içeri girecek kadar yaklaşan objeleri engin bir ovanın uzak ufuklarına dağıtıveren panorama sihirbazlıkları; Tren. Tren garları; İstanbulun mağrur Haydarpaşa'sından, trenden gayrı nesnenin geçmediği unutulmuş küçük istasyonlara varana kadar, insanda oyuncak hevesi uyandıran birer gerçeküstü Walt Disney mekanını andırırlar. Neredeyse tamamı, "Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" marşının ciğer dolusu haykırıldığı otuzlu yıllarda Alman mühendis ve mimarlarının gönlünde dalgalanan sivri damlı Bavyera üslubunu, kavak gölgeliğinde büyük savaşların ve sert inkılap darbelerinin yorgunluğunu çıkaran Anadolu büklüklerine birer birer dağıtmıştır. İçlerinden çoğu, yazılmamış romanları Serkisof marka bir saatin tiktaklarında uyuşturan sıradan roman kahramanlarını barındırır. Nohut oda, bakla sofa bir lojmanın, kunt duvarlarına açılmış hammine gözlüklerine benzeyen küçük pencereleri, az ilerde yaylanın pulat sularını gümüşleyen bir cılga derenin cılız yeşilliğini seyreder durur. Yeşil ve kahverenginin müstebid bir hükümranlık sürdüğü istasyon şefi odasında, mütareke patırtılarına alışkın bir maniple muntazam zamanlarda çıtırdayıp durarak ezberlenmiş sürprizleri ihbar eder; bilmem kaç sefer sayılı posta katarı, yine bilmem kaç saat rötarlıdır. İstasyon şefi maniple seslerini kırk metre uzaktan çözen kulak dikkatini serbest bırakıp karşı yamaçlarda süzülen bir çaylağın vahşi çığlığına iliştirdikten sonra, üç gün evvelinin havadislerini hâlâ eskimez bir tazelikle servise koyan gazetenin çapraz bulmacasına eğilir. İstasyon binasının arkasında çalıyla çevrilmiş küçük sebze bahçesinde marullar, soğanlar ve salatalıklar, istasyon primadonnasının çamaşır asarken mırıldandığı "yemeninde hâre var/yüreğimde yare var/ne ben öldüm kurtuldum/ne bu derde çâre var" diye başlayan İstanbul türküsündeki gizli hicranı paylaşarak büyürler. Geceleri, ışıktan çok gazyağı kokusu neşreden gemici fenerlerinin fitili ateşlenip kırmızı-yeşilli cam kafeslere yerleştirilerek istasyon hayatının öteki boyutuna sınır koyarlar. İlk dördündeki ayın puslu döküntüleri, isten kararmış baca kiremitlerinin matlığına gömülür ve öylece kalır. Gecenin köründe yorgun ve uykulu trenler, buharlı fışırtılar ve çelik gıcırtılarıyla istasyona bir lahza yaslanıp dinlenir. Birkaç düdük sesi, bayatlamış keskin bir kömür dumanı bırakarak kaybolur gider. Her istasyonun bir romanı vardır. Öfkesinden keskin çığlıklar koparıp, kara karnında kızıl cehennemler tutuştursa da her lokomotif, eninde sonunda 80-100 tonluk dev bir oyuncaktır. Ne var ki onunla ancak, yüzünü kızılderililer gibi yağlıkaraya bulayıp, kirli tulumlar giyen yorgun, tıraşı uzamış ve yalnız çocuklar oynayabilir. Her makinistin yüreğinde büyümemiş bir çocuk ve her çocuğun içinde yaşlı bir makinist durur. Hayatında bir kere olsun, trenlere makinist yazılıp çelik tekerleklerle rayları şakırdatarak istim düdüğünün ipine asılmayı hayal etmeyen düş fukaralarına mim koyunuz; mukadder akıbetleri politikacı olmaktır. Lokomotif dediğin elbette buharlı olur. Sırtındaki koca istim kazanı, işine saygı duyan manikinst yamaklarının pırıl pırıl oğarak parlattıkları pirinç aksâmı, kırmızı, beyaz ve siyaha boyanmış iri tekerlekleri ile buhar lokomotifleri ateşin, suyun ve demirin en sevimli terkibidir. Elektrikle, mazotla çalıştığı halde lokomotif suretine bürünüp, utanmadan trenin önüne koşulan modern, hamarat ve fakat soysuz yük beygirlerinden bahsetmeğe bile değmez. Ve makinistler, canları çektiğinde uzun bir demir çubuğun ucuna iliştirdikleri demir mataraları, lokomotifin yüreğine uzatıp zehir zemberek çaylar demleme imtiyazına sahip ağır işçilerdir ve her lokomotif, sadece ardına takılan vagonları değil, geride bırakılan kireç badanalı evlerin, içinde sarsılmadan uyuyabileceğiniz beyaz çarşaflı yatakların ve yağlıkara tulum yıkamaktan usanmış sabırlı kadınların hasretini de sürüklemek zorundadır..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.