"Bu ihbar kesinlikle iftiradır"

A -
A +

Yıl 1979... Eylül'ün 12'si... Ülkede yokluk ve sıkıntının had safhaya ulaştığı yıllar. Devlet vatandaşa hizmet götürmekte bir hayli zorlanıyor. Yeni mezun olmuş, meslek aşkıyla ülkenin hangi bölgesi olursa olsun gitmeye hazır çiçeği burnunda bir doktordum. Tayinimin çıktığı beldeye giderken Faruk Nafiz Çamlıbel'in Han Duvarları şiirini hatırlıyordum. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki hüzün verici manzara neredeyse aynıydı. "İşte şurası sağlık ocağı doktor bey!" dediklerinde bir hoş oldum. Daha yarı inşaat halinde bir yer. Belli ki binayı alelacele yapan müteahhit işini tam bitirmemiş. Kapıdan girdiğimde bir burukluk kaplıyor içimi. Allah'ım bu nasıl sağlık ocağı böyle? Ne bir dolabı var, ne bir masası ne bir sandalye... Su tesisatı bozuk, yerler kirden gözükmüyor. Yani sağlık ocağına yakışmayacak tüm olumsuz şartlar mevcut. Tıbbi açıdan ne serum var, ne gazlı bez, ne ilaç... Hiç unutmuyorum, kenarda bir miktar kızamık aşısı vardı. Ki o yıllarda sıkıntısı çekiliyor. Aşıların son kullanma tarihi de dolmak üzere. Korunması için belirli bir ısıda saklanması gerek. Tayini çıkan sağlık memuru hiçbir tedbir almadan bırakıp gitmiş... Bir yerden başlamalıydım. Nasıl ki köye tayin olmuş bir köy öğretmeni, sadece öğretmenlik değil aynı zamanda okulunun her şeyiyle ilgileniyorsa ben de sağlık ocağını hizmet verir hale getirmek üzere seferber olmalıydım. Baktım orada baraj inşaatı için çalışan firmanın işçileri var. Ama sigortalı oldukları için SSK'da bakılabiliyorlar. Ben de Sağlık Ocağı hekimi olduğumdan prosedüre göre bakamam. Ama ben doktor değil miyim? Bu ülkenin imkanlarıyla okumadım mı? Bu insanlar da bu ülkenin insanı değil mi? Öyleyse, ben sağlık ocağında boş otururken o insanlar neden SSK'da kuyrukta beklesin? İnisiyatif alıp firmanın yetkilisine dedim ki: "İşçileriniz ocağımızdan da hizmet alabilir. Müsait olduğum için onlara bakabilirim." Çok sevindiler. Böylece hem hastalar kuyrukta beklemiyor, hem SSK'nın yükü azalıyor hem de ben doktorluk yapıyordum. Para falan almadığım için de vicdanım da rahattı. Baktım birkaç gün sonra şantiye şefi mühendis İsa Bey dedi ki: -Doktor bey, biz de senin sağlık ocağının önündeki bu molozları falan kaldırıp buraya bir bahçe düzenlemesi yapacağız. Gerçekten de, birkaç gün sonra insana rahatsızlık veren çirkin manzara yerine sağlık ocağının önü mis gibi olmuştu. Baktım ki niyet iyi olunca sonuç da iyi oluyor. Bir de prosedüre göre suç (!) işledim. Kimseyi mecbur etmeden ve ne için harcayacağımı belirterek hastalardan gönlünden ne koparsa üç beş kuruş bağış aldım. Onunla sağlık ocağının eksiklerini gidermeye çalıştık. Daha mevzuatlara göre aykırı ama halkın menfaatine birçok çılgınlıklar yapmıştık! Bizi tenkit eden yetkililer üç yıl sonra teftişe gelip gördükleri manzara karşısında şaşırmıştı. Havuzlar fıskiyeler, çam ağaçları, çiçekler... Her yer pırıl pırıl. Üstelik devletten beş kuruş almadan. Sonra takdirname gönderdiler. O sırada bir sağlık memuru geldi. Evliydi üç çocuk sahibi biriydi. Ama görevine göre hali vakti iyi biriydi. Tabii bizi kimsenin özel durumu ilgilendirmezdi. O yıllarda kadrolarda oldukça eksiklik vardı. Ben hem beldede sağlık ocağında hekimlik yapıyor, hem de sair vakitlerimde ilçedeki hastanede görev alıyordum. Hastanemizin başhekimi aynı zamanda sağlık grup başkanlığını yürütüyordu. Günlerimiz heyecan içinde geçip gidiyordu. Bir gün hastanenin başhekimi beni çağırıp dedi ki: -Doktor Bey, sağlık ocağınızla ilgili ihbar mektubu var. Şaşırdım. "Hangi konuda?" dedim. -Mektup burada. Al kendin oku... Mektubu okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. "Olamaz, bu iftira!" deyip, en kısa zamanda gerçeği ortaya çıkaracağıma söz vererek Başhekimin odasından ayrıldım... Ama moralim allak bullak... (Devamı yarın) Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.