Özge ile aynı yaştaydık ve artık olgunluk çağımızı aşmak üzereydik. Bir gün bir akraba toplantısında onunla karşılaştık. "Merhaba Nermin nasılsın?" diyerek elini bana uzattığında tanıyamadım. Şaşkınlıkla yüzüne baktım: "Allah Allah, bu da kim?" diye düşünürken, "Beni hatırlamadın mı, çok mu değişmişim?" diye sordu. Onu gözlerinden tanıdım. Aman Allah'ım ne kadar değişmiş ve yaşlanmıştı. Oysa henüz 43 yaşındaydı. Değişmeyen sadece gözlerinin çağla yeşiliydi. Gerçekten gençliğinde çok güzel bir kızdı. Pembe beyaz teni, siyah yay gibi kaşları, siyah kirpiklerin çevrelediği iri yeşil gözleri akranlarını kıskandıracak güzellikteydi. Onu hep hayranlıkla seyreder, uzun ve zarif boyuna heveslenirdim. O dönemlerde onun yerinde olmayı ne çok istemiştim. Kısa ve çelimsizdim. Yüzüm güzel sayılırdı ama onun yanında kimse benim farkıma bile varmazdı. Ama şimdi şu karşımda duran kadında, o hayran olduğum genç kızdan eser yoktu. Oysa karşılaştığımızda o benim için; "Maşallah Nermin hiç değişmemişsin, 25 yıl önce gördüğüm gibisin. Bu formunu neye borçlusun anlayamadım. Üstelik üç çocuk büyütmüş, pek çok badireler atlatmışsın?" demişti. Onun bu iltifatları karşısında sadece gülümsedim. Her şeyimi, inancıma, sevgime, öğrenip uyguladıklarıma, insanları mutlu ettiğimde ben de onlar gibi mutlu olduğuma borçlu olduğumu anlatamadım. Ortam müsait değildi. Ama çocuklarımdan bahsedebilirdim: "Oğullarım liseyi bitirip açık öğretime devam ediyorlar. Kızıma gelince o da liseyi bitirdi evlendi. Anne oldu. Dünya tatlısı iki erkek torun sevgisi yaşamamıza vesile oldu..." Kızım da benim gibi okumayı yazmayı seviyordu. Ama ona da üniversite okumak kısmet olmamıştı. Benim öğrettiklerim doğrultusunda yetişip şu anda diplomasız sahip olduğu çok yönlü mesleklerini icra ediyor. O bir anne, bir öğretmen, bir psikolog. Çevresindeki herkese sevgi, şefkat, sağlık dağıtıyor. Kayınvalidesiyle bana eşit davranıyor. İkimize de saygıda kusur etmiyor. Çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışıyor. İşte beni genç ve dinç tutan, her kula nasip olmayacak bu nimetlerdi. Ve bu nimetleri veren Rabbime her gün beş vakitte secde edip şükretmekti... Özge ile o karşılaşmamızdan sonra yine uzun zaman görüşemedik. Aradan on yıl geçmişti. Bu sürede yengemden onun neler yaptığını yine arada bir duyuyordum. Profesör olduktan sonra görevini Ankara dışında yürütüyordu. Ankara'nın en güzel semtlerinden birinde dört katlı, çok lüks bir villa almışlardı. İçinde saunasından tutun da katlara inip çıkmak için asansörüne kadar bütün konfor vardı. Üç kişilik aile bu kocaman köşkte yaşıyorlardı. Yani aslında evlerinde bile birbirlerine uzaktılar. Zaten kızı yurt dışında okuyordu. Kendisi Ankara dışında olduğu için hafta sonlarında evine gelebiliyordu. Kocasının da görevi Ankara'daydı. Özge bu koşuşturmaca sebebiyle hayli yıpranmış, yorulmuştu. Kararını vermiş emekli olduktan sonra Ankara'ya evine dönmüştü. Ama çalışmadan duramazdı. Nasıl durabilsin ki! Neyle zaman geçirecekti? Kocaman evde bir başına ne yapacaktı? Özel bir hastanede yeniden göreve başladı. Dünyada olmasını istediği her şeye sahipti. Ama yaşantısından mutlu muydu? Bilmiyorum. Bunu yengem de bilmiyordu. Geçenlerde yengeme telefon ettim. Bir aile toplantımız vardı. Birlikte gidecektik. Toplantı gününe daha vardı ama nasıl gideceğimizi konuşacaktık. Toplantının sahibi de yengemin emekli öğretmen olan küçük kız kardeşiydi. Yani Özge'nin de küçüğü... Yengemin telefonda verdiği habere hem şaşırdım hem çok üzüldüm. Özge kalp krizi geçirmişti. (Devamı yarın) Rumuz: "Kariyer"-Ankara >> Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00