Dünya dün mü öldü? -2-

A -
A +
  Sevgiyi göstermenin ispatı olan sarılmak, âdeta ölümcül bir saldırı gibi oldu şimdi. Silahtan daha korkutucu hâl aldı sevginin beden diliyken... Küçük bir rüzgârın bile dalının bedeninden ayrıldığı ağır bir çatırtı sesine dönüşüyor o görünmeyen küçük ama güçlü virüs, elden ele, bedenden bedene, beldeden ülkeye, ülkeden dünyaya hızla yayılırken herkes bir anda eşit oldu. Bütün lüksten feragat edip cam kenarında hiç kimsenin gelmeyeceği geçmeyeceği bir ambulans sireninin doldurup aynı hızla boşalttığı sokağı izlerken… Tandırın üzerine atılan yorganın altında toplanmış ayaklar battaniyeye sarınmış, bitmeye yakın ince beyaz mumun alevinde uyku ile karışık uyanık kalabilmenin başarısıyla bir babaanne tülbendinin kokusuna hasret… Gökyüzü yavaş yavaş geçiş yaparken akşama, toprağa doğru eğilmiş bulutların, iki mavinin buluştuğu yerde can çekişirken dünya... Sabaha doğru büyük beyaz bir kefen biçilecek dünyaya. Göğü delmeye başlamıştı gökdelenler. Başımıza taş yağacakken teğet geçti. Ay’da yaşamak için bilet alan zenginler, rezerve için sıra bekleyenler “Ay’da hayat mı olurmuş?” diyen sokak süpürgecisi, herkes eşit şimdi… Titanik’e dolup arkalarında ağır bir parfümle yanık çorap kokuları bırakmışken ceset kokularıyla bile dönememişlerdi. Dolup taşıyorken mutfak dolapları amansız bir alışveriş çılgınlığı bir doyumsuzluk… Münevver gösteriş için alıyordu gümüş yemek takımlarını, altın kaplama çatal bıçak setlerini, çay setlerini… Yemeklerin tadı o kadar da önemli değil artık herkes diyette zaten… Altın günlerinin olmazsa olmazı altın kaplamalı setler, sarı varaklı tunç koltuklar, hiçbir işe yaramayacak ama olmazsa da olmayan fiskos masası ve koltukları, oturanın belinin iki büklüm kalktığı sivri kırlentli berjerler, yüksek ökçeli sarı ayakkabısı ile uyum sağlamaya çalışıyordu Münevver sosyeteye. Dünya amacından çıkan imtihanın, artık kopyalarla dolup taşmasından yoruldu. Dudakları kurudu, bir yudum su diyemeden sessizce ölüyor...          Özgül Yaşar       ŞİİR              ÖLÜM ÜZERİNE   Ölümden bahsetmesin bana hocalar, Bir gün salada okunacak adım. Gömüleceğim toprağa, bilirim. Annem de bilir. Acaba nasıl olacak o gün hava? Güneşli mi olacak, yağmur mu yağacak? İşte onu bilemem. Annem de bilemez. Bilse üzülürdü eminim. Yağmurlu olsa da üzülürdü hava, güneşli olsa da. Ya kaç kişi katılacak cenazeme? Kimler taşıyacak tabutumu? Valla onu da bilemem. Annem de bilemez. Peki annem mi ölecek önce, yoksa ben mi? İşte bunu da bilemem. Annem de bilemez…          İsmail Aybey-Manisa           UNUTULMAZ İSİMLER   DADALOĞLU: On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Karacaoğlan ve Köroğlu’nun havasını yaşatan, bir Türkmen saz şairi. Torosların Erzin, Payas, Adana ve Kozan çevrelerinde konup göçen aşiretlerden Avşar (Afşar) boyuna mensuptur. Avşarlar ise Kozanoğullarına bağlıydı. Asıl adı Veli’dir. Tahminen 1785’te doğdu. Babası Âşık Mûsâ adında bir şairidir. Güney ve Orta Anadolu’yu dolaşmıştır. Açık Türkçeyle millî vezin ve şekillerle şiir söylemiştir. İngilizler tarafından kışkırtılarak Osmanlı Devletine isyan ettirilen, göçebe Türkmenlerindendir. Tahminen 1868’de ölmüştür. Şiirleri 1923’ten sonra Anadolu’da yayımlanmaya başlamıştır. Ancak bu şiirlerin sayısı azdır. Bazılarının ona ait olma ihtimâli zayıftır. Şiirleri derlemeye dayandığı için, çok az şiiri dışında büyük ölçüde değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Şiirlerinde sade ve sanat endişesinden uzak bir dil kullanmıştır. Ancak üç beş şiirle şöhrete ulaşmıştır.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.