Altının kıymetini sarraf bilir...

A -
A +
 
Kendi bulunduğu dönemde çok sevilen, ilmiyle âmil (özü sözüne uyan) bir zat-ı muhteremdi. Dünyaya düşkün olanların aksine o elinde ne var ne yok öğrenci yetiştirmeye harcardı. Hatta kendini öğrenci yetiştirmeye vakfetmişti.
İşin güzel tarafı hiçbir öğrencisinden öğrettiği ilim için ücret talep etmediği gibi talebelerinin kalacağı mekânları bizzat kendisi kontrol eder barınak ihtiyacını giderdiği gibi yiyecek içecek ihtiyaçlarını da yine kendi öz kaynağından karşılamaya çalışırdı.
Dünyayı zaman zaman kasıp kavuran sıkıntılı bir dönemde bir gün, öğrencilerine yetecek miktarda ekmek parasının kasada kalmadığını haber verdiler.
Hiç tereddüt etmeden elini çekmeceye attı. Kasada bulunan gösterişli bir yüzüğü çıkarttı. Haberi getiren talebesinin avucuna koydu:
“Al çocuğum, bununla gidin fırıncıya. Bizim gönderdiğimizi söyleyin. Bu yüzüğü de teminat gösterin. Yeteri kadar ekmek alıp gelin!”
Öğrenci ve beraberindeki arkadaşı hocalarına hiç itiraz etmediler. Ellerinde yüzük, yola çıktılar. Çok kısa bir süre sonra da elleri boş geri döndüler.
“Hayırdır çocuğum ne oldu?”
“Efendim dediğiniz şekilde fırıncıya gittik. Yüzüğü gösterdik. Sizin selamınızı da söyledik. Bize bugünlük ekmek vermelerini istedik.”
“E ne oldu?”
“Olmaz” deyip kabul etmediler.
Diğer öğrenci devam etti:
“Hatta bir başka fırıncıya da gittik. Bir başka fırıncıya da…”
“Hepsi mi aynını söyledi?” dedi bilge zat hafifçe tebessüm ederek. Öğrenciler baş salladı:
“Evet efendim, hepsi aynı şeyi söyledi. Ayrıca bu yüzüğün pek de değeri yokmuş.”
“Yok muymuş?”
“Evet yokmuş.”
Bilge zat, diğer bir öğrencisini çağırdı:
“Evladım bu iki arkadaşınla şimdi bu yüzüğü al ve şehrin kuyumcusuna götürün. Bakalım o ne diyecek? Sahiden değersiz bir yüzük müymüş?”
Zat-ı muhteremin bu sözü üzerine üç öğrenci doğruca kuyumcuya yöneldi. Bu kez öğrenciler sevinç ve şaşkınlık içinde hocalarının huzuruna çıktılar:
“Efendim, hayret! Kuyumcu bu yüzüğe tam on altın değer biçti.”
Konuyu zaten bilen hocaları gülümsedi:
“Ne demişler, altının kıymetini sarraf bilir” değil mi?
           Muhsin Taha-Ankara
 
 
ŞİİR
 
       560 gün
 
Güzel anılar
Tatlı yaşanmışlıklar
Hepsi 560 gün.
Acı, tatlı bir sürü gün
Hepsi 560 gün.
 
Sordum ona,
“Ne oldu?” diye,
“Bitti mi, dostluk,
Öldü mü sevgi?” diye
“ÖLDÜ” dedi.
 
“560 gün öldü” dedi.
Bir damla gözyaşı,
Ve ardında yaşlı gözler
Kırık kalpler...
“560 gün öldü” dedi...
 
      "Gecenin Şairi" Turan Habil Koçak     
 
 
 
DÜNYANIN BİR UCUNDAN...
 
CEBELİTARIK: İberik Yarımadası'nın güney ucunda. Eski çağlarda ismi Calpe olan bu yer, Müslümanların Avrupa kıtasında ilk fethettikleri bölgedir. 711 senesinde Emevî kumandanlarından Tarık bin Ziyad, Kuzeybatı Afrika sahillerine kadar İslamiyet’i yaymak için gelmişti. Buradan gemilerle o zamandan beri kendi adıyla anılan Cebelitarık Boğazı'nı geçerek fetihlerde bulunmuştur.
İslamiyet’in yayılması ile gelişmeye başlayan bölge bu tarihten itibaren de önemli bir liman durumuna geldi. Endülüs medeniyetinin başlangıç noktası olan bu yer ve Granada 1462’ye kadar Müslümanların elinde kaldı. Bütün Hıristiyan âleminin Müslümanlar üzerinde bilhassa Endülüs Müslümanlarına yaptıkları eziyet ve saldırılar neticesinde bölge tamamen İspanya’ya geçti. 1540 senesinde büyük Osmanlı Kaptan-ı Deryası Barbaros Hayreddin Paşa donanmasıyla Müslümanlara yardım etmek için buraya geldi. 1704 senesinde İspanya veraset savaşında İngiliz Hollanda ortak donanması Cebelitarık’ı işgal etti. 1713 senesinde yapılan Utrecht Antlaşması ile İspanya bu işgali kabul etti. Hollanda ise burayı İngilizlere tamamen bıraktı. O tarihten beri İngilizlerin sömürgesidir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.