Gönül gözümüz

A -
A +
Hayat dediğimiz şey tam olarak nedir ki? Herkesin sözde “yüzüne gülen dünya” desek hayatın tanımını vermiş olur muyuz? Tabii bunu duymak çoğumuzun hoşuna gitmeyecek biliyorum ama bu yazımda bazı duymak istemeyeceğimiz gerçeklere dem vuracağım.
Hiç düşündük mü hayata gönderilmemizin gerçek sebebini? Hiç sorguladık mı neden ve niçin yaratıldığımızı? Bu hayattaki nebatatın yani bitkilerin, hayvanatın yani diğer canlıların ve insanlığın yaratılışının gayesi ne olmalı? Biz insanların yaratılış gayesi, yiyip içip gezip eğlenmek midir gerçekten?
Şunu bilmeliyiz ki; hayat altın bir kâse onun içindekilerse şekerle kaplanmış zehir gibidir diye tanımlar mutasavvıflar. Yani bu ihtişamlı hayatın bize sunduğu şeyler aslına uygun olmaz ise dikkat edilmez ise zehir olabilmektedir. Bizim bu zehri içmemizin -genel olarak- sebebi, sunulduğu kabın ihtişamlı oluşu. Peki şimdi soruyorum: 
-Bizlerin bunu görmeyecek kadar gözünü bürüyen şey bu dünyaya ait olan bizimle ebediyete kadar gelemeyecek olan o ihtişamlı ama bir o kadar da basit olan o altın kâse mi?.. Gerçekten bunu göremeyişimiz çok acı veriyor. Daha da acı olan ne biliyor musunuz? “Elhamdülillah Müslümanım” diyenlere işte tam da bunları anlatmak ve karşılığında alınan kimi cevaplar inanın hepsinden daha acı. Rabbim hepimize gerçekleri görebilecek bir göz nasip etsin!
Önemli olan bu hayatın geçici olduğunun farkına varıp bu dünya hayatını ebedî yaşayacağımız hayatın hazırlığının yapıldığı bir yer olarak görmek ve bu istikamet üzere yaşamaktır.
Fârisî mısra tercümesinde der ki: "Eğer içerde kimse varsa, bir söz de yetişir!"
Evet demem odur ki dünyanın tadına, gösterişine ve görkemine sakın aldanmayalım. Ebedî yaşayacağımız hayatı birkaç günlük dünya zevklerine feda etmeyelim. Belki şimdi farkına varamayacağımız ama yaş kemâle erdiğinde göreceğimiz gerçeklerle geç olmadan yüzleşelim. Ertelemek hayatın mayasını kaçırır. Bu alçak dünyanın her nimeti geçicidir, deyip harekete geçelim. Belki de hep ertelediğimiz gün bugündür. Sözlerime bir dörtlükle son vermemin zamanı geldi: “Dünyanın bu şatafatlı süsü/Ey insanoğlu! Kör etmiş gözünü/Anlamaz mısın, işin özünü?/Artık dört aç şu gönül gözünü!”
Vesselam...
           Türkolog Ayşegül Öztürk
 
 
 
ŞİİR
 
               Ne yapsın!
 
Kadir Mevlâ’m, binbir insan yaratır.
Gurbet ilde nice ahbap aratır.
Benim derdim, onulmaz bir yaradır,
Merhem kâr etmezse tabib ne yapsın?
 
Edep unutulmuş, kalmamış hayâ.
Nerde o eskiler, büyüğü saya?
Terk etmiş libası sosyete güya.
Şahıs utanmazsa, devir ne yapsın?
 
Mertlik kelimesi lügatte kaldı.
Güçlü olan kimse, hakkı o aldı.
Her önüne gelen ummana daldı,
Yüzme bilmeyene, deniz ne yapsın?
 
İlim ilerledi biz kaldık yaya.
Müzede bakarız ok ile yaya,
İzzet ikram yalnız zengine baya.
Maddiyat olmazsa fakir ne yapsın?
 
        Sebahattin Dağtepe-Ankara
 
 
GÜZEL DİLİMİZ
 
KERKÜK HOYRATLARI: Hoyrat, hem Türk halk edebiyatında bir nazım şeklinin hem de Türk halk müziğinde bir türün adıdır. Türklerin yaşadığı çeşitli bölgelerde görülen ve genellikle dört mısradan oluşan bu nazım biçimi daha çok Irak Türkleri (Türkmenler) arasında yaygındır.
Mevcut bilgiler, Orta Asya’da doğan hoyratların burada yaşayan göçebe Türklerin hayvanlarının peşinde dolaşırken söyledikleri dörtlüklerden geliştiğini göstermektedir. Bu bakımdan hoyrat Türk şiirinin başlangıcı saydığı dörtlükler arasında yer alan ilk türlerden biridir denilebilir. Hoyratların, en çok gelişme gösterdiği Irak Türkmen halk musikisinde yirmiye yakın makamı vardır. [https://islamansiklopedisi.org.tr/hoyrat]
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.