Dün bugüne benzemesin

A -
A +

Bu pazar sabahı gündeme dair güncel gelişmeleri ele almak maksadıyla sabahın erken bir saatinde klavyeyi elime aldığımda, yeni sipariş verdiğim bazı kitapları getiren görevli arkadaş kapıyı çaldı.

Yazıyı yazmaya ara verip iki günden bu yana beklediğim paketi açtım.

Aldığım kitaplardan biri Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’ye ait ‘İslam Tarihi’ isimli eserdi. Daha önce Amak-ı Hayal isimli hayal ürünü felsefi bir eserden bu köşede yine bahsederek günümüzdeki yaşananlara atıf yapmıştım.

Bu eseri okumak isteyişimin sebebi, İslam tarihi konusunda toplam beş cilt hâlinde oldukça başarılı bir eser kaleme alan İhsan Süreyya Sırma’nın ‘Müslümanların Tarihi’ kitabından oldukça istifade edişim ama hususen de Şehbenderzade’nin elli yıllık ömrüne bu kadar çok eser sığdırmasına karşı duyduğum ilgi idi.

Ne zaman daktilonun dahi bulunmadığı dönemlerde yazılmış olan eserleri elime alsam, ortaya konulan eserin nasıl bir emek ve tefekkür sonucunda oluştuğu aklıma gelir.

Araştırma imkânlarının son derece kısıtlı olduğu zamanlarda bu derece tafsilatlı eserler ortaya koyabilmek için mevzuyu, muhtevayı ve meseleleri uzunca bir zaman tasavvur ederek bir hazırlık sürecinden geçirmek zorundasınız.

1990’lı yılların hemen başında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilen Mukaddime’yi okuduğumda kendimi çok şanslı sayıyordum. Aynı eseri yaklaşık çeyrek asır sonra tekrar okuduğumda, ilk okumada eserden nasibime düşenin oldukça az olduğunu anladım.

Hoş, bunu birçok eser için hemen hemen herkes söyler.

İkinci kez okurken, İbn Haldun’un eseri kaleme almak için bugün Cezayir sınırları içinde yer alan çöldeki bir kale olan İbn Selame Kalesi’ni keşfettim. Demek ki ‘anlamak için durmak’ gerekiyordu ve İbn Haldun kendisini kuşların uçmadığı kervanların ara sıra uğradığı çölün ortasındaki İbn Selame Kalesi’ne gönüllü sürgün etmişti.

Çölün ortasında kimselerin uğramadığı bir kalede bugün bizim bildiğimiz Mukaddime isimli kısmı beş ay içinde yazarak bitirdi.[1]

Haldun daha sonra İbn Selame Kalesi’ne tekrar döndü ve bir dört yıl daha burada zamanını tefekkür ve inziva ile geçirdi.

Acaba çölün ortasındaki bir kalede, etkisi yüzyıllara meydan okuyarak gelen bir eseri kaleme almak için İbn Haldun nasıl bir zihni hazırlık yapmıştı?

İşte Şehbenderzade’nin ‘İslam Tarihi’ isimli eserini elime aldığımda da aynı suallerin cevaplarını düşündüm.

Nasıl bu kadar tafsilatlı bir kitabı, bu kadar muntazam bir titizlik içerisinde kaleme alabildiler?

Sadece elli yıl kadar süren bir ömre, nasıl 37 adet kitap ve risale sığdırılabilmiştir?

Kitabın girişinde rahmetli tarihçi Ziya Nur Aksun tarafından esere dair kaleme alınan yazıdan da anlıyoruz ki ders almayanlar için tarih hiç değişmiyor.

Keza İbn Haldun merhumun Mukaddime’de ifade ettiği gibi ‘suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve şimdiki zamana benzer.’

 

Türkiye’ye mahsus akademik kısırlık

 

Şehbenderzade’nin bir diğer önemli eseri de ‘Asr-ı Hamidi’de Alem-i İslam ve Sunusiler’. Bu eser ‘Senusiler ve Sultan Hamid’ ismi ile günümüz Türkçesine de çevrilmiş.

Kendi kendime şunu sordum; acaba bugün Türkiye Libya ilişkilerine dair yapılan yorumlarda ve yazılarda bu türden eserlerden yararlanma oranı nedir?

Ya da bugün Çin başta olmak üzere Güney Doğu Asya’yı konu edinen kaç nitelikli kitap Türkiye’nin zaviyesinden kaleme alınarak meraklısına sunulmuştur?

Mecbur muyuz Çin tarihini Henry Kissenger’ın eserinden, dünya savaş tarihini Cambridge yayınlarından öğrenmeye?

Üstelik de bugünün şartlarında, yani bilgiye ulaşımın son derece kolay olduğu, internet ve bilgisayarların bu derece hayatımıza girdiği bir devirde bu kısırlık ne ile izah edilecek?

İki binli yılların ilk çeyreği geride kalırken ve her şehrimizde üniversiteler, akademik kadrolar ve bu kadrolara büyük atamalar yapılmışken bu verimsizliğe kim kafa yoracak?

Bu ülkenin siyasi popülizme kurban verildiğini gören milyonlarca insan neden sessiz?

Şu satırların Şehbenderzade tarafından  bir asır önce yazıldığını düşünürsek, merhum İbn Haldun’un ‘suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve şimdiki zamana benzer’ sözünün kıymetini daha iyi anlarız.

Avrupa maarif deryasından bir damla alabilenimiz hemen milletini pek aşağı ve zayıf görüyor. Avrupa’ya gidenlerimiz, oraların mekteplerini, kütüphane, müzik, tiyatro gibi temaşa yerlerini görüyorlar, o kaşanelerin arkasındaki sefaleti, en ahlaksız adamı utandıracak rezaletleri görememektedir.

Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var fakat bir zırhlı yapacak mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yok’

Nasıl sizce?

Ne değişmiş diye sormayacağım, çok şükür fabrika yapanımız da zırh yapanımız da modern silahlar yapanımız da var.

Değişim sadece Frankafon kafada olmuyor.

Ne yapsak boş…

 

[1] Mukaddime, Dergâh Yayınları

 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.