Endülüs: Devasa bir medeniyetin yıkılışının ibretlik sırları

A -
A +

Doç. Dr. Mustafa Şeker
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kâinatta muhtaç durumda olan her gücün kaldırabileceği, taşıyabileceği ve ulaşabileceği kendine çizilmiş bir sınırı vardır. Sahip olduğumuz akıl, göz, kulak ve diğer organlarımızın da bir kapasitesi, kendi içinde niteliklerinden gelen alt ve üst limitleri mevcuttur. Bununla birlikte bu varlıklara çizilen sınırlar içinde kalmanın, insan için nice maddi/manevi menfaatler taşıdığını ilk bakışta göremeyebiliriz. Şöyle ki gözümüz, müthiş bir organdır ve bir görme hadisesi, binlerce sinirin vazife paylaşımının bir sonucudur. Bakarız fakat her cismi göremeyiz ama o göremediklerimiz gerçekte vardır ve hayatımızı etkiler. Mesela, yediğimiz yemekler binlerce yararlı mikroorganizma ihtiva eder ve bu organizmalar canlıdır. Bunlara bakan kimsenin görme derecesini bir mikron büyüttüğümüzde yediğimiz yiyeceklerin içinde yer alan ve yiyeceklerin parçalanmasını sağlayan bu canlı varlıkların dev pitonlardan farksız olduğunu görürdük. Bunu her yemek yediğinde gören ve hayatını yiyerek devam ettirmek zorunda olan bir insanın görme derecesini hâlihazırdaki mikron derecesinin üstüne çıkardığınızda hayatı kararır ve bir müddet sonra da o insan, büyük bir ihtimalle açlıktan ölürdü. Bu durumda çok fazla mineral ihtiva eden yoğurt gibi maddelerin hayatımızda yer alması ise neredeyse imkânsız olurdu.
Peki kulaklarımız? Bu önemli organımız, belli desibel aralıklarındaki sesleri duyabilir ve anlamlandırabilir. Muteber kaynaklarda, “Kabirdekilerin feryatlarını insanlar ve cinler dışında herkes duyar” diye ifade edilir. Kulaklarımızın işitebildiği sesin üst desibel derecesi yukarı sınırlarda olsaydı hâlimiz ne olurdu? Mesela, 500 metre ötede hakkımızda söylenen olumsuz bir sözü duyabilseydik hayatımızı nasıl devam ettirebilirdik? Hız sınırı 160 km olan bir aracı, 200 km hızla kullanmaya kalktığımızda kaza yapma riski çok çok yükselir ki şoför kontrolü kaybederek araç ya karşı şeride geçip elim kazalara sebebiyet verebilir ya da yoldan çıkarak şarampole yuvarlanır, takla atabilir veya bir kayaya çarpabilir. Bu organlarımızın münasip ölçülerde kalması onun sahibi için bir yetersizlik değil ona yapılan çok önemli bir iyiliktir. Bunun gibi aklımız da bir varlıktır ve onun da belli bir anlayış sınırı vardır. Aklımızı bunun üstüne çıkmaya zorladığımızda sürekli cevabını bulamadığımız sorular, muhatabını nasıl bir hâlet-i ruhiye içine sokardı, hiç düşündük mü? Bu sebeple haddini ve hududunu bilen bir varlığın, doğal ve ideal ölçülere göre hareket etmesi zorunluluktur. Bu ölçülere uymamak, düzenin ve intizamın bozulmasına, işlerin yolundan çıkmasına sebep olabilir. Trafik ışıklarının arızalı olduğu çok yoğun bir caddede düzenin bozulması ve karmaşa, sadece birkaç dakika sürer. Herkesin kendi doğrusuna göre hareket etmesi hâlinde insan sayısı kadar doğru ortaya çıkar ki bunun önünü almak mümkün değildir. Bunun gibi, aklımız da sınırsız bir düşünme modunda hareket etmeye kalktığında, her şeye cevap bulamamanın derin çaresizliğine düşerek dipsiz bir çukura yuvarlanabilir.
Aristo mantığı çerçevesinde sadece gördüğünün ve elle dokunduğunun gerçekliğini kabul eden, bunun dışında var olan şeylerin hakikatine inanmayan bir akıl, her ne kadar güçlü medeniyetlerin maddi ihtiyaçlarına çareler üretse de kâinatın metafizik yönünde gerçekleşen hakikatlerine bir isim koyamamanın sessiz çığlığında kaybolabilir. Bu sebeple her şeyin bir hududu vardır ve bunun farkında olarak hareket etmenin nice maddi ve manevi menfaatleri görülür. Dolayısıyla göz ve kulakta olduğu gibi aklın sınırlarından taşması, hayatımızı daha da zorlaştırabilir ve telafisi mümkün olmayan zararlara sürüklenme ihtimalini ortaya çıkarır ki aslında haddini/hududunu bilmek bir eksiklik değil, erdemdir ve kazançtır.
Bilimin vazgeçilmezi olan, “düşünme ya da düşünce sanatı” manasına gelen felsefeden; fizikte, matematikte, kimyada, tıpta, astronomide, tarihte ve diğer bilim dallarında yararlanmak, aklı burada kullanarak bu ilim dallarına açıklamalar getirmek, gelişme ve ilerleme adına elzemdir. Ancak devasa bir medeniyette yetişip daha sonra Yunan filozoflarının tesirinde kalan Müslüman bilim adamlarının, akılla açıklanamayacak mevzuları, sadece aklın mihenk taşına koyarak izah etmeye kalkışmaları, muhatabını doğru adrese götürmemiştir. Ayrıca cevap bulamadıkları şeyleri yok kabul ederek adı konmamış bir materyalist anlayışın emrine girmeleri, kuvvetini aldıkları dinleri/manevi değerleri ile çelişmelerine ve bunlarla ters düşmelerine, sonuç olarak da başarılarını, muvaffakiyetlerini borçlu oldukları arkalarındaki manevi gücün desteğini kaybetmelerine sebep olmuştur. Hatta bazı Endülüslü bilim adamları ömürleri boyunca çok güvendikleri akıllarıyla nerede, nasıl hata yaptıklarını bile sorgulama imkânı bulamamışlar, aklın da belli bir kapasitesinin olabileceğini algılayamayarak dipsiz bir kuyuya sürüklenmişler, sonunda da bu inatları ve koyu taassupları kendilerini başarılı kılan değerlerden uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Yunan, Hint, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbni Bâce (İbn-i Bacce) gibi filozoflar zuhûr ederek, bazı bilgilerde Kur’ân-ı kerîmin hak yolundan ayrılmışlardır. Mesela İbn-i Sina’nın tıp sahasında hizmetleri olmuştur. Ancak, Yunan filozoflarının tesirinde kalan İbn-i Sina’nın, onlar gibi “âlemin ezeli, kadim olduğunu söyleyerek dalalete düşmüş olduğu” büyük âlim İmam-ı Rabbani hazretlerinin “Meârif-i Ledünniyye” isimli muteber eserinde yazılıdır. Kınalızâde Ali Efendi’nin “Ahlak-ı Alâi” kitabında da İbn-i Sina’nın, “Muad” isimli eserinde; “kıyamette dirilmeyi inkâr ettiği” belirtilmiştir. Ahmed Asım Efendi hazretleri Emali şerhinde, “Âlem, bütün parçaları ile birlikte hadistir, yani yok iken sonradan yaratılmıştır. Fakat Aristo, Farabi ve İbn-i Sina, maddenin kadim olduğunu söylediler” diye ifade etmiştir. İmam-ı Gazali hazretlerinin El-Munkız isimli eserinde de Yunan filozofları gibi Farabi ve İbn-i Sina’nın da dalalete düştükleri bildirilmiştir. İmam-ı Rabbani hazretleri de “Mektûbat” isimli eserinde de, İmam-ı Gazali hazretlerinden naklen aynı şeyleri bildirmiştir. Bu ilim adamları meşhur örneklerdir ki bu şahsiyetlerin ve İbn-i Rüşd gibilerin yetiştirdiği onlarca talebesini de eklediğimizde dalalet yoluna sapanların sayıları binleri bulmaktadır. Bu misallerde de vurgulandığı gibi Endülüs Emevi Devleti’nin, yetiştirdiği birçok bilim adamı sayesinde ilimde/bilimde daha da ileriye gitmesi gerekirken özlerinden koparak asıllarından uzaklaşmaları, medeniyetlerini ve bu medeniyetlerinin eşsiz izlerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Çünkü bir insanı güçlü kılan maddi yönünden ziyade manevi yönüdür ki öğrenmek beyne, inanmak kalbe güç verir. Kalpten beslenmeyen bir beyin de sahibini bitkisel hayata sokar, onu yaşayan bir ölüye çevirir.
Tarih boyunca çok önemli bilim adamları yetiştiren Endülüs Emevi Devleti’nin, gücünü, başlarda manevi değerlerinden alarak elde ettiği maddi başarısı; dikenli, sarp ve kıvrımlı yollarda güvenle ilerlemelerine ve gelişmelerine vesile olmuştur. Fakat maddi yönüne karşılık manevi değerlerinden tavizler vermeleri, bu devasa gücün daha fazla ileriye gitmesine engel olmuş, sonuçta Pirene Dağları’nı aşamayarak devletlerini kaybetmişler ve tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır. Fakat Avrupa, bu ilmî zenginliği almış ve daha ileriye taşımıştır. Zira bir Batılı bilim adamının da dediği gibi: “Batılılar, dinlerinden uzaklaştıklarında terakki etmişler yani yükselmişler, Müslümanlar ise gerilemişlerdir.”

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.