Osmanlı Devleti’ndeki adalet gayrimüslimleri de kuşatmıştı

A -
A +

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com

Hukuk sistemleri halkın yaşayışı ile uygunluk arz eder; yani öyle olmalıdır.
Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türkler, homojen bir yapı arz ettiği için, hukuk sistemleri de buna göreydi. Zaten yazılı olmayan töreler tamamıyla örfiydi.
Örfi hukuk demek olan töre, yaptırım olarak çok ciddi bir kurumdur. Kağanların yaptırım gücü tamamen törelere dayanır.
İslamiyetten evvel Türklerde örf, halk yaşayışı ve yaptırımlara dayansa da, dinî mahiyeti yok gibi düşünülmemelidir. Kağanlarda zaten "Gök Tanrı"dan kendilerine verilmiş “kut” vardır. Kağanlar halkın içinden çıkmakla birlikte esatiri bir şahsiyet taşırlar. “Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan” ifadesi Göktürk Yazıtlarının dibacesi (önsöz, başlangıç) gibidir. Gök Tanrı gibi gökte doğmak sembolik bir ifade olup “tanrısal güç” esprisi daha güçlüdür.  Onlar Gök Tanrı’nın güçlerini taşımakla birlikte halkın içinde yaşayan ve Gök Tanrı’nın kendilerine verdiği “kut”u, onun emrinde kullanan sadık uygulayıcıdırlar. Göktürklerde "kut" veya “idi kut’’ olarak geçen bu mistik güç Uygurlarda “ıdhuk’’ “ıduk ’’ (gönderilmiş, indirilmiş) anlamındadır. Sekiz Yükmek adlı Budist Uygur metninde “Idhuk darnı” ifadesi yer alır.  İdi, Göktürkçede ‘’bey’’, Uygurlarda sahip veya Allah olarak geçer.  Kutadgu Bilig’de ‘’idi’’ doğrudan doğruya  “Allah’’ karşılığındadır.  “Ay mungsuz idim.’’ (Ey her şeyden müstağni olan Allah’ım.)
Osmanlılardaki “zıllulâhi fi’l-âlem’’ (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) mecazıyla ifade edilirken aslen Allahü tealanın gücü manasında kullanılmıştır.
Eski Türklerde kağan buyruğu tartışılmaz. O, uygulanması zaruri olan bir emirdir ve tanrısal bir yaptırım formudur.
Töre, örfi hukukun başlangıcıdır. Kağan tarafından fakat anonim olarak belirlenir. Dinî bir yaptırım olmamakla birlikte, kağanla ilintili olduğu için dinîdir.
İleride de göreceğimiz gibi gelişmiş Osmanlı Hukuku, yaptırım gücü olarak iki esasa dayanır: Şer’i ve örfi hukuk sistemi. Şer’i hukuk sistemi tamamen “vahiy’’e dayanırken örfi hukuk sistemi ise padişahların yayınladığı kanunnamelerdir. Örfi hukuk, şer’i hukuka uygunluk göstermek zorundadır.
Tanzimat Dönemi’ne kadar Osmanlı Devleti şer’i hukukla yönetilmiştir.  Şer’i hukukun temelleri dört tanedir: Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Kur’ân-ı kerîm esas alınmak üzere, kıyas da hukukun en önemli unsurlarından biridir. Çünkü hukuk genelde içtihatlara dayanır.
Selçuklularda ve Osmanlılarda şer’i sistem İslam kanunu olarak geçerliydi. Şer’i sistem önceki İslam devletlerinde de hâkimdi. Tabii ki burada Osmanlı hukuk sistemini diğerlerinden ayırmak gerekir. Bölgesel Türk İslam devletlerine göre Osmanlı devleti coğrafi vüs’ate dayalı olarak bünyesinde değişik kavimler barındırdığı için, örfi hukuk çok önemliydi. Müslim ve gayrimüslim hukukun töreyle ilgili yaptırımları zaten belliydi.  Ama bunun yanında İstanbul’da yaşayan bir Müslümanla, Lübnan’da yaşayan bir Müslüman’ın  örfi hukuk işleyişi farklılık gösterirdi.
Mesela Şam Emeviyye (Ümeyye) Camiinde dört ayrı mihrap ve dört ayrı minber vardır. Mihraba geçecek imamın mezhebi “mezâhib-i erbaa”nın (dört hak mezhep) herhangi birinden olabilirdi. Ama fetva konusunda mezheplere göre mihrap belirlenirdi. Yani bir mezhep saliki, fetvasını bağlı bulunduğu mezhebe göre isteme hakkına sahipti. Kaldı ki Osmanlı mülkünde ayrıca zimmi ve müste’menler de vardı. Zimmiler Osmanlı mülkünün gayrimüslim tebaası iken, müste’menler Osmanlı mülkünde geçici olarak barınan gayrimüslim misafir veya tüccarlardı. Bunlar temel hukuk kuralları önünde eşit sayılılarken yargılanmaları kendi dinleriyle ilgili örfi hukuka dayanıyordu.
Osmanlı Hukuku, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslimlere de adil davranmaya titizlik göstermeyi gerektiriyordu. Hukuk-ı ibâd yönüyle gayrimüslim hukukunda daha da hassas davranılmıştır. Osmanlı Devletinin hükümferma olduğu dönemlerde Avrupa’da zulmün adı devlet (kral) ve kilise ile ortaklaşa anılırken bir gayrimüslimin şikâyeti ile Cihan Sultanı Fatih Mehmed Han’ı yargılayan adalet sistemi, zulümle nasıl beraber düşünülebilirdi; şiddetle yasak kılınan zulmü, halife unvanı taşıyan bir padişah irtikâp edebilir miydi? Hilafetten evvel de Osmanlıda adalet, en önemli unsurdu. Zulüm ve Osmanlı… Birbirinden o kadar uzaktılar ki… Osmanlıyı incelerken ilmî vesikalarla yaklaşmak lazımdır. Altı yüz yirmi yıllık şerefli bir maziyi kulaktan dolma eksik bilgilerle değerlendirmek mümkün değildir.
Sistemin işleyişinde şer’i hukuk net bir uygulama ortaya koymakla birlikte, dinî kurumların başında olan şeyhülislamın yargılama yetkisi yoktu. Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerden müçtehitlerin yorum ve tespitleriyle içtihat, istihraç, istinbat yoluyla meydana gelen ve İslam hukukunun birinci kademesi olarak mütalaa edilen yasama, şeyhülislamın, kadıların ve müftülerin kaza gücü ile yürütülürdü. Yasama ve yürütme şer’i sisteme dayandığı için birbirlerine muhalefet edemezlerdi. Yasama net tavrını ortaya koyarken yürütme yani kaza makamı, şer’i sistemdeki ana başlıklara dayalı olarak, yorumlama yetkisine sahip olurdu. Tabii yargılamada belirlenmiş ve kesinleşmiş cezalarda hüküm, ancak hafifletici sebeplerle değişiklik gösterebilirdi.
İslam Hukukunda şahsa fiilen zarar veren fail, bunu mislen ödemek zorundaydı; buna da "kısas’’ denirdi. Kısas, ya beden uzuvlarından birine zarara denk bir tecziye veya doğrudan doğruya "can’’la ödeme şeklindeydi.
Şahsi fiillerde tecziye sisteminde "diyet’’ denilen tazminat da önemlidir. Diyetler kesinleşmiş miktarda oldukları için bedelde tenkis yetkisi kadıya ait değildi.
Uygulamada cezanın ve diyetin indirilmesi ancak mağdura aitti. Diyet ve kısasta mağdurun indirim ve af isteklerinin nazar-ı itibara alınması mümkünken, amme hukukuna dayalı tazir uygulaması geçerliliğini korurdu.
Tazir esasen ıslah ve terbiye sistemidir. Bu, hadd ve kefarete dayalı suçlarda geçerli olmazdı.
Hadd ve kefaret gerektiren suçlarda temel unsurların oluşmaması durumunda, mağdurun kendisinin veya doğrudan yakınının, faili affetmesiyle suç tazire dönüştürülebilirdi.
Hadd ve tazire girmeyen suçların cezasının takdiri ise ulü’l-emrin kanaatine bırakılırdı.
Örfi hukuk, padişahın otoritesini kuvvetlendiren bir sistemdir. Şer’i sistemin muhalifi olmayan örfi hukuk uygulamasında kararlar, lisanen açık, yoruma uzak bir durumdadır.
Şer’i hukuk ilahî vahye dayalı ve komplikedir; değişik yorumlar sonucu ortaya konmuş içtihatlar manzumesidir.
Örfi hukuk, icabında her padişahın tasarrufuyla değişebilen, başta yetkili padişah olmakla birlikte, nişancı ve dîvân-ı hümâyûnun da büyük katkıları ve padişahın onayıyla kanunlaşırdı. Bunlara "kanunname’’ denirdi Bu meyanda ilk uygulamayı yapan da Fatih Sultan Mehmed’dir.
Örfi hukuk daha hafif bir sistem olduğundan şer’i sistemin bazı kurallarını da etkileyip cezai uygulamalarda hafifletici sebepleri ön plana çıkarmıştır.
Şer’i hukukta karar verilirken, hükme, delil ve ispatla mesnet aranırdı. Şüphelerin izalesi şarttı. Çünkü “Şekk ile yakîn hâsıl olamaz.’’  Ayrıca suçlunun pişmanlık duygusu, şer’i hukukta da hafifletici sebeplerdendir.
Şer’i hukukta delil ve ispat dışındaki bazı unsurlar, örfi hukukta geçerli olabilir.
Kişinin geçmişi,  kötü namı, şer’i sistem için geçerli olmazken örfi hukukta geçerli olabilirdi.
Hukukun kazaî olarak işleyişi temelde fıkıh olmakla beraber Osmanlı Devleti uleması Sünni Hanefî olduğu için içtihatları da bu sistem üzerinedir.
Türkler Anadolu’ya girip devletler kurmaya başlayınca coğrafi olarak genişlemesi, fıkhın uygulanmasında mezhepleri de zaruri hâle getirmiştir. Osmanlı Devleti kurulmadan evvel ya bağımsız topluluklar hâlinde veya beylikler şeklinde olan İslam grupları, değişik mezheplere bağlıydılar. Bunlar büyük devlet otoritesi dâhilinde olmadıkları için mezheplerin örfi hukuk dayanaklarıyla idare ediliyorlardı. Mezhepler genellikle şer’i hukuk sistemini ilgilendirirken küçük topluluklarda töre-örf hukuku, mezheplerle desteklenip yaptırım gücü kuvvetlenerek uygulama alanı genişletiliyordu.
Osmanlıdan evvel Anadolu topraklarında kurulan Selçuklu Devleti de Hanefi mezhebinde idi.
Burada mezhep konusu sadece itikadî bir yaptırım olarak görülürse yanlış olur. Hanefilik, Selçuklu ve Osmanlı’da fıkhi bir delildir. Bu delilleri hemen oluştu zannetmek büyük bir hata olur. Yıllarca büyük İslam âlimleri Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîflerin ışığı altında geliştirdikleri İslam hukuku delillerini bir prospektüs niteliğindeki yelpazeden alan mezheplerden çok faydalanmışlardır. Mezhepler kazanın yürütme gücünde ön yasamalar gibidir. Şeyhülislamlar, kadılar ve müftüler mezheplere dayalı hükümleri fetva olarak açıklarken kazanın yürütme delillerini de ortaya koymuş olurlardı.
Türk dünyası genellikle Hanefîyyü’l-mezheptir. Anadolu ve öncesinde ilk kurulan Türk devletlerinde, Hanefî fıkhına dayalı hukuk sistemi işleyişinde bir problem yoktur. Bilahare Osmanlı mülkünün bir parçası hâline gelen Arap topluluklarında Hanefî mezhebi pek tercih edilmezken genellikle Şâfiî, Hanbeli ve Malîkî mezhepleri daha yaygındı. Özellikle Şâfiîlik diğerlerine göre daha çok görülürken Kuzey Afrika’da, Berberîlerde ileri çıkan mezhep ise Malikîlikti.
Selçukîlerin Hanefî mezhebini tercih etmeleri de tesadüfi değildir. Hilafet Abbasilerde iken Hârun Reşîd döneminde İmâm-ı A’zam Ebū Hanîfe’nin müçtehit olan talebelerinden Ebû Yûsuf baş kadı tayin edildi. Dolayısıyla Hanefîlik geçerli mezhep olunca Selçukîler de Abbasilerden bu mezhebi devraldılar. Ebû Yûsuf baş kadı olunca kadıları hep kendi mezhebinden atadı. Bu, zaten genel bir usuldü. İmâm- A’zam’ın sistemi ve Türk adlî yayılmacı gücü öyle etkili oldu ki İslam dünyasında bu mezhep çok büyük bir kabul gördü.
Osmanlı Devleti kurulup sistem genişleyince Kafkaslar, Balkanlar, Afrika ve Arap ülkeleri Osmanlı mülküne katıldı. Bu ülkelerde sadece Mezahib-i Erbaa saliki Müslümanlar yoktu. Bu  bölgelerde, Zeydilik, Haricilik, İsna Aşeriyyecilik ve Batıniliğe kadar varan Şia kolları da vardı.
Hanefîlik, Selçuklu mülkünde Tuğrul Bey’den beri  geçerli olduğundan, kadılar Hanefî mezhebindendiler.    
Osmanlı toprakları genişleyince kadılar hep Hanefî olmakla birlikte bir dönem Şâfiî fıkıh âlimleri de naip olarak nasbolunup bu mezhebin içtihatlarına göre de hükümler verilmiştir.
Giderek geniş Osmanlı topraklarının büyük bir kısmında Hanefî mezhebi yaygınlaşınca Ebu’ssuûd Efendiyle birlikte hükümler hep Hanefî mezhebine göre verilmiştir. Kadı ve müftü beratlarında "esahh-ı akvâle’’ (sözlerin en doğrusuna) göre kaydı geçerli olacaktır.
Ebu’ssuûd Efendi’nin padişaha sunduğu ve kanunlaşarak kabul edilen "Ma’rûzât’’ında kadıların "esahh-ı akvâl’’ ile hükme memur oldukları "Bu diyarda Şâfiî olmadığı, Şâfiî içtihadına göre hükümlerin geçersiz olacağı, bunun bir emr-i sultânî’’ ile yasaklandığı belirlenmiştir.
Fakat dikkat edilmesi gereken husus şudur: Bu yasaklamanın Anadolu ve Rumeli’ye mahsus olduğu, Halep, Şam, Kudüs, Mısır, Mekke gibi Hanefî olmayan bölgelerde Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinin ışığı altında fetvaların verildiği belirlenmiştir.
Bu mezhep uygulamalarında "beyân-ı  sarîh ve esahh-ı akvâl’’e (sözleri açık ve sıhhatle belirlenmiş) olan eserlere ihtiyaç duyulunca Hanefî fıkıh âlimlerini bazı kitapları baş kitap olarak belirlenmiştir.
Bunlardan Molla Husrev’in "Durerü’l-Hukkâm fî Şerh-i Gurerü’l-Ahkâm’’ adlı eseri Fatih devrinden başlayarak mahkemelerin başvuru kaynağı olmuştur.  Fatih’in hocası da olan Molla Husrev Osmanlı’nın üçüncü şeyhülislamıdır.  Künyesi ise Muhammed bin Ferâmūz bin Alî  Rūmî’dir. Eseri kısaca Dürer ve Gurer olarak tanınmıştır. Mezar taşında "Menba’-ı ilm ü hüner vâris-i ulemâ-i Hayrü’l-beşer fâzıl-ı hurşîd-i eser sâhibü’d-Dürer ve’l-Gurer Mevlânâ Muhammed Husrev’’ yazılıdır. Yani kısaca "İlim ve hüner sahibi, insanların en hayırlısı, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın  ilimlerinin  vârisi, güneş gibi aydınlık ve faziletli, Dürer ve Gurer sahibi Mevlânâ Muhammed Husrev.’’
Fatih Molla Husrev’den bahsederken onun için, zamanın “Ebû Hanîfe’’si derdi.
İkinci önemli kaynak ise Dârü’-l Kurrâ’da müderrislik yapan İbrâhim el Halebî’nin "Mültekâ’’ adlı fıkıh kitabıdır.
Kanuni Devrinden itibaren bu kitap Durer’in yerini almıştır.
Sultan IV. Mehmed’in emriyle bu büyük eser Mültekâ, “Mevkūfât’’ adıyla Türkçeye çevrilmiş ve kazanın baş kitabı olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı’nın Hanefiliği tercih etmelerinde Ekmeleddin el- Bâbertî’nin şu tespitini göz ardı etmemek gerekir: “Sultan büyük bir günah işler ve küçük günahlara devam ederse tahttan düşer mi düşmez mi?” sorusuna Hanefîler düşmez; Şâfiîler ise düşer dediler.
Mezheplerin hukuka uygulanması bazı meseleleri de ortaya çıkarmıştır. Mesela bir kadının kocasından ne kadar ayrı kalırsa boş olacağı konusu, mezheplere göre farklılıklar gösterdiği için veya "mümteddü’t-tuhûr" (âdetin normalden uzun olması)  durumunda iddet müddetinin değişik zamanlara bağlanması konusu gündeme geldiğinde, İbni Abidîn, Mâlikî mezhebinden bir "kadı’’nın bulunmaması durumunda zaruret dolayısıyla bir başka mezhebe göre fetva verilebileceğini söyler.
Kısaca mezheplerde telfik (mezhepleri birleştirme) olmamak kaydıyla, hükümlerde zaruret hâlinde, taklide cevaz verilebileceği buradan da anlaşılmaktadır.
Aynı konuya, gelecek yazılarımızda da devam etmek arzusuyla, esen kalınız efendim...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.