Her peygamber tevhid mücadelesi verdi

A -
A +

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com

İnsanlar kendilerini ne kadar güçlü hissetseler de kendilerinden daha güçlü bir varlığın ya idaresine veya merhametine sığınmak zorunda kalmışlardır.
Savaşın ve yayılmacılığın merkezinde dönen eski çağlarda, savaşçılara güç veren ve rakiplerin hezimete uğratan üstün kuvvet tanrılar şeklinde düşünülürken; insanlar, bu kadar çetin ve güç işleri de bir tek tanrıya yüklememişler, güya vazife taksimi yaparak tanrıların yüklerini de azaltmışlardır!  Yardımı tanrıdan beklemek için evvela kendileri tanrıya yardım eden insanlar, sonra da yardım ettiği tanrılardan muavenet beklemişlerdir. Zehi gaflet…
İnsanların ilki ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamla kullarını belli bir düzende ve barış içinde yaşatmayı irade buyuran Allahü teâlâ merhametinden hiçbir dönemde onları (kullarını) başıboş bırakmayarak peygamberler göndermiştir. Buna rağmen insanoğlu serkeşliği ve fitneyi seçerek kendisini ve çevresini hep zora sokmuştur.
Allah’ın elçilerini dinlemeyen insanlık, akılla hiç münasebeti olmayan birtakım sanal ve fantastik düşüncelerle güç odakları vehmederek “tanrılar” bulmuş ve onlardan kendilerine yol göstermesini istemişlerdir!..
Evlenen, çoğalan, çocukları olan bu tanrıların devamlı kurban istediğini vehmeden insanlar, kendi cinsinden âdemoğullarını, varlığı olmayan evham tanrılara kurban olarak sunmuşlardır. Akıtılan her damla mazlum kurban kanı, vahşeti ve zulmü beslemiş, insanlık kendi kurduğu bu sefil tiyatro sahnesinde, yıllarca başrolde bu tragedyayı oynamak zorunda kalmıştır.
Güneş’i, Ay’ı, yıldızları, rüzgârı, şimşeği ve her tabii gücü “tanrı” gibi addeden cehalet sarmalındaki insanlar, maalesef bunları yaratan asıl failin Allahü teâlâ olduğunu kendilerine bildiren emin muhbirlere rağmen bu gerçeği kabul etmeyerek en şerefli mahluk olan insanı en sefil yaratık hâline düşürmüşlerdir.
İnsan, akıl denen hediyenin, atiyenin sahibidir. Bu hediyenin verilme sebebi, doğruyu, yani hakkı bulmaktır. Akıl (sakim akıl, meaş akıl ) nefsin zimamdarlığını (dizgin tutuculuk, idarecilik) yaparak hep yanlışı, hep günahı tercih etmiştir. Kendilerine gönderilen “muhbir-i sadıklara” bazen çok az insan inanmış, bazen de bu nebilere zulmedilmiştir. Bu zulümler bazen gadab-ı ilahî ile neticelenmiş, bazı kavimler tarihe ibret sayfası olarak geçecek büyük felaketler yaşamışlardır.
Bazı güç sahipleri de geçici güçlerini ebedi zannedip tanrılık iddiasında bulunarak insanların kendilerine tapınmalarını isterken, muhbir-i sâdıklar bu batıllara karşı çıkınca Nemrut ve Firavunların hışmına uğramışlar ama onları elçi olarak gönderen Allah, hep onların yanında olmuştur.
Kendilerine hep bir sığınak arayan insan, daima bir üstün güç düşün-
müştür.
Kozmik tanrıcılık, fetişizm ve kavram tanrılara geçip çok tanrıcılık çıkmazına sapan insanlar, kurtuluş olarak tek tanrıcılığı bulduğunda, bunu yüksek bir moral motivasyonu olarak telakki ettiler. Gerçi tek tanrıcılığa geçiş şuurlu bir seçim değil sosyal bir neticeydi. Politeizmden monoteizme geçiş şüphesiz önemli bir merhaledir. Belki dinler tarihi için yeni bir sayfa başıdır. Tek tanrıcılık fikri asla tevhidle karıştırılmamalıdır. Asıl olan tek tanrıya inanmak değil vahdete iman yani tevhid dolayısıyla o ümmete gönderilmiş nebi ve resullere inanmaktır. Bu kurtuluş reçetelerine inanmayan insanlar dalalet ve buhranlar içinde kalmışlardır.
Tevhid inancı saadeti getirirken, insanlara bu inancı anlatan peygamberler çok sıkıntı çekmişlerdir. Nemrud’un zulmüyle ateşe atılmak istenen Hazret-i İbrahim, dalalet içindeki kavminin tuğyanına göğüs germeye çalışan Hazret-i Lût, Firavun’un muannit kibriyle ve mevhum ilahlığı ile mücadele eden Hazret-i Mûsâ, gücünü Rabb’inden ve az sayıdaki Havarilerinden alan ve çarmıha gerilmek istenen Hazret-i İsâ ve nihayet belagatin ve edebiyatın zirve yaptığı Arap yarımadasında küfrün mütegallibeleri olan Ebu Cehillere ve Ebu Leheblere karşı dimdik duran yetimlerin incisi Hazret-i Muhammed aleyhisselam tek bir gaye için mücadele ettiler: Tevhid… Evet tevhid!
Güneş’e ve Ay’a tapanların feraseti Hazret-i İbrâhîm gibi değildi ki “Batan şeyleri sevmiyorum” diyebilsin.
Dipsiz kuyulara atılan, köle olarak satılan, zindanlarda tebliğ görevini yapan Hazret-i Yûsuf  tevekklünde insanoğlu yoktu ki Mısır’a aziz olsun.
Hazret-i Yûsuf’a ağlamaktan gözlerini kaybeden hazret-i Yakûb, kalp gözündeki pencereden gördüğü tevhid nurunu insanlara anlatırken Beytü’l ahzân’ında uzletiyle Rabbine iltica ediyordu. Şair Bahtî (I. Ahmet): “İftirâkınla efendim bende tâkat kalmadı/Bîçâre oldu bu dil aşkda mahabbet kalmadı/Şol kadar ağlattı ben bîçâreyi hükm-i kazâ Giryeden/Hiç Hazret-i Ya’kûb’a nevbet kalmadı” şiiriyle kendisini giryeler içinde ve hüznünde tek zannederken, Hazret-i Ya’kûb’a isnatla mübalağayı mecazen üst noktalara taşıyordu.
Yıllarca en büyük acılara sabreden Hazret-i Eyyûb, Rabbinin verdiği nimetlere şükrettiği sıhhatli yılların muadili sıkıntılı senelere şikâyetsiz katlanırken, yara ve dertleri tespihine mani hâle gelince Cenâb-ı Allâh’a iltica etti.
İnsanlardan en büyük zulümleri gören Mefhar-i mevcudat Efendimiz bedduayı hiç düşünmedi ve “Bilmiyorlar, bilseler yaparlar mı? diyerek merhametin evc-i bâlâsına ulaştı.
İnsanoğlu bazen inandı bazen inancından rücû etti. Bazen dalaletten hidayete ererken bazen de hidayetten dalalete düştü. Şair Fikret gibi çelişki abideleri kendi buhran sarmallarında insanları da edebî boyutta sanatın çıkmazına soktu. Peygamberlere (haşa) aldatan ve aldanan derken önceki inançlarını da reddetti. İşte hidayetten dalalete düşüşün katran gibi kapkara feryadı ve şahitli itiraf belgesi:
Sadeleştirilmiş ve kısmen atlanmıştır. (Tarih-i Kadim’e Zeyl şiirinden)

“Îsâ ile Mûsâ aldatan ve aldanan…
O büyülü değnek bir koskoca kuyruklu yalan.
İşte insanoğlu bir yerde böyle sapık…
Beşerin böyle dalaletleri var.
Putunu kendi yapar kendi tapar…
Buda’sı düzme, Ehrimen’i düzme, Yezdan’ı düzme,
Şimdi benim ne cennet ne cehennem umurumda…
Bakarım evrene şaşar kalırım.
Ne tapılan tanrım ne taptıran tanrım…
Yaradılışın kuluyum ben artık.”

İşte Fikret’in inkârı ve evrene tapma fikri. Aynı ilkel insanların Güneş’e, Ay’a hasılı hilkate tapma teması. İlkel insanların cehaleti sebebiyle düştüğü dalalete, ilmi ve belagatiyle düşen Fikret...  Ne acı…
Tuhaftır ki hep inanmak ihtiyacında olan insanlar inancın kaynağındaki bir ve eşsiz olan Allah’ı kabullenmemek için çok direndiler.
Kendilerine gerçeği anlatan nebi ve resullere karşı ürettikleri spekülatif fikirlerle insanları yönlendiren filozoflar, yerleşik ve şehirleşmiş insan toplulukları üzerinde çok tesirli oldular. İkel toplumların saf fakat muannit inançlarına karşılık, yerleşik toplum düzenine geçen insanları, filozofların görüşleri fikrî olarak celb etmeye başladı.
Filozofların hemen hepsi akıllarının kendilerine gösterdiği yolu gerçek zannedip zaman zaman butlan kaynağı olan kiliseleri, tematik düşünce daireleri içine alıp bu şirk ve küfür merkezlerini daha da derin bir gayyaya  yuvarlarken, bazen de kilise-din şirketiyle fikirlerini dogmalar olarak insanlara dayattılar. Çoğu akl-ı sakimin ve nefs-i emmârenin emrinde olan bu üstün düşünceli insanlar, akl-ı meaşın üzerine çıkmaları mümkün değilken teorilerini bir din formülü gibi insanlara empoze ettiler. Akl-ı meaşın üzerine çıkamadılar, çünkü tevhid ehli değildiler.
Zaman zaman insanları hayrete düşüren görüş ve düşüncelerin sahibi olan  bu filozoflar, şüphesiz üstün fikirlerini vahyin muhatapları olan nebi ve resullerden mülhem olarak kendilerine etiketlediler. Ama yine de ilimlerinden kaynaklanan kibirleri, onların devirlerinin peygamberlerine ümmet-i icabet olmalarına mani oldu.
Özellikle Dogmatiklerin kâinatın yaratılışına ait fikirleri ve kozmografya ile ilgili görüşleri mücerreb (tecrübi, deneye dayalı) bilgiler olmadığı için gaybî bilgiler olarak mütalaa edilmelidir. Bu bilgilerde tevatür de söz konusu olamaz. Bedihi bilgi için his ve aklın müşterek verileri gerekir ki, bu verilerin  bedahetine inanmak da zordur. Uzay bilimlerinin mutlak gözleme dayanması gereken doneleri de o dönem için mümkün değilken, bu bilgilerin tek kaynağı vahyin ışığında üstün ilimlerle donatılan nebi ve resuller olmalıdır. Matematik ve geometride veya teorik bilimlerdeki filozofların fikirlerinin mükemmelliğini inkâr etmek mümkün değildir; böyle bir gaflete düşmemek de gerekir.
Keza Buda’nın mavera ve nefis terbiyesi ile ilgili görüşleri bir beşer vüs’atinin çok üzerindedir.
Teknik ve dijital dünyanın mütekebbir çağdaşları, ilk insanları nasıl bir bilgi ile mütalaa ederler; anlamak mümkün değildir. Tarihin karanlık devirlerine ait elimizde net bilgiler olmamakla birlikte bu devir insanlarının vahşetle anılması, hayvanlar gibi yaşadığı teorik bilgileri, “Yontma Taş”, “Cilalı Taş” devirleri gibi masallarla bizlere dayatılması hep ama hep yanlıştır. İlk insan ilk peygamber Hazret-i Âdemse ve Rabbinin ona bildirdiği medeni bilgiler ile donatılmışsa o, nasıl vahşi olabilir! Varlığı ve davranışları insana benzediği için insan neslini maymuna dayandıran zihniyet, insana ait en değerli kabiliyetlerden birine yani - taklitle olsa bile- konuşma kabiliyetine sahip olan papağanı hangi nesle bağlayacak!
Bu geniş konumuza uzun bir süre devam edeceğiz. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.