Türkiye’deki öğretmen profili bizi nereye taşır?

A -
A +

Doç. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kültürümüzde şerefli bir meslek olmasının yanında mesuliyeti de çok yüksek olan öğretmenlik, son yüz yılda aslî fonksiyonunu değişen ve gelişen dünya konjonktürüne uydurarak global bir hâle bürünmüştür. Ülkemizde eğitimden sosyolojiye, hukuktan iktisada, bilimden teknolojiye kadar hemen her sahada Batı, referans kabul edilmiştir. Bu alanlarda Batı’nın referans alınması bir yere kadar kabul edilebilir fakat eğitim ve sosyoloji gibi beşerî bilimlerin kuramsal temellerinin “kopyala-yapıştır” metodu tercih edilerek taklit edilmesi kabul edilemez. Çünkü eğitimde ve sosyolojide toplumsal ihtiyaçlar, beklentiler, hassasiyetler ve birikimler vardır. Bu konularda hiçbir millet, kavim, ırk ve oluşum yüzde yüz birbirine benzemez. Hatta farklılıklar benzerliklerden çok daha fazladır. Zira bu farklılıklar içerisinde inançlar, hayat şekilleri, kültürel değerler ve gelenekler vardır. Bu mevzuda her cemiyet farklıdır fakat son asır içerisinde taklitçi, aşağılık kompleksi zirve yapmış, kültürüne yabancı, geçmişine kör, dünya görüşü ile bu toprakların mayasını yansıtmayan nesillerin yetişmiş olması ve bu duruma devşirilirken de çok fazla bir reaksiyon gösterilmemiş olması üzülerek şahit olduğumuz gerçeklerdir.

ÜLKEYİ KİMLER İLERİ GÖTÜRÜR?
Bir ülkeyi ileriye taşıyacak olanlar, gönüllere hitap edenlerdir yani öğretmenlerdir. Geçmişten bugüne öğretmenler nitelikli ise yetişen nesillerin kalitesi de hep iyi olmuştur. Bu durum; “iki kere iki eşittir dört eder” gerçeği kadar hakikattir. Başarısızlığın suçunu sadece sisteme atmak da gerçekçi değildir. Bunun yanında öğretmen eğitiminde yaşanan aksaklıkları sadece üniversitelere de bağlayamayız. Öğretmenlik vicdanlarda başlar vicdanlarda biter. Bu hassasiyetler de daha çocuklukta yani ailede başlar. Mesela; bir çocuk, daha çocukluğunda yolda yürürken susuz bir köpeğe bile acıma refleksi geliştirememişse, kanadı kırılmış bir kuşa merhamet duyguları ile yaklaşmayı öğrenememişse bu çocuğun yetişkin olduğunda başka canlılara hele ki insana merhamet gösterebilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu çocuğa bazı değerleri aşılamak önce anne babanın vazifesidir. Eğer anne ve babada bu hassasiyet yoksa çocuğun bu hasletleri sadece okulda kazanabilmesi de mümkün olmayabilir. Öyle ki mümkün olabilmesi için çocuğun öğretmeninin de acıma ve merhamet refleksinin belli bir noktada olması gerekir. Eğer mesleğini; merhamet, hoşgörü, vicdan, hak ve adalet gibi değerlerle icra etmiyorsa o öğretmenin talebelerine faydalı olabilmesi kesinlikle mümkün değildir. Bir öğretmen, çok başarılı biçimde matematik, fen bilgisi ve dil öğretimi gerçekleştirebilir fakat çocuk, bu öğrendikleri ile başkalarının canını yakabilme öngörüsüne sahipse hiç kıymeti yoktur. İşte başkalarının derdiyle dertlenen fertlerin tohumu eğer çocukluk döneminde atılmamışsa, okul döneminde de bu meziyetler geliştirilememişse öğretmen olmak için üniversitelere gelen gençlere bu hasletleri bu kademelerde aşılayabilmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü vicdanlı nesiller, öncelikle vicdanlı ebeveynlerin ardından da bu meziyetlere sahip öğretmenlerin elinde bir şekle girer. Vicdanlı öğretmenlerin temelleri de daha çocukluk yaşlarda atılır. Yani bu bir döngüdür ve aslında başlangıç, neticenin eseridir.

AİLENİN ÖĞRETMENLİKTEKİ ROLÜ
Maalesef üzülerek söylemek isteriz ki bir toplumun devamı için olmazsa olmaz kabul edilen “eğitim ve aile” mefhumlarımız şu an çöküş dönemini yaşamaktadır. Bunu pesimistlik olarak değerlendirmeden gerçekleri kabullenmek zorundayız. Ailenin iyi eğitimden anladığı; “sağlıklı iletişim, saygı, sevgi, hoşgörü, kendinden önce başkalarını düşünme, kul hakkı, tarihini, kültürünü ve geçmişini tanıma/sevme” anlayışı değilse ve aile, bu değerleri de bir hayat prensibi hâline getirememişse eğitim adına işimizin çok zor olduğunu tekrar vurgulamaya gerek yoktur.
Yoğun iş hayatının getirdiği mecburiyetler sebebiyle işten eve geldiğinde bir babanın ilk aklına gelen, sadece karnını doyurmak ve kanepede kendine köşe kapmak, annenin tek derdi de önceki haftada heyecanla bıraktığı dizinin bu haftaki bölümünde neler olacağı endişesi ise; çocuk da eline geçirdiği pahalı marka cep telefonu ile ders çalışıyor gibi davranıyor da ebeveynlerden gerekli ilgi alakayı göremiyorsa böyle bir ailenin nitelikli eğitim safhalarına katkı sağlama ihtimali neredeyse yok gibidir.  Böyle bir durumda eğitimin ailede başladığını söylemek imkânsızdır. Dolayısıyla bu kısır döngü içerisinde bütün eğitim yükünün okullara, öğretmenlere yüklenmiş olması ve toplumun diğer kurumlarının devre dışı bırakılması eğitimde bugün geldiğimiz son noktadır ve ülke olarak eğitimde başarısızlığımızın asli sebebi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla değer algısı aileden sonra okulda da gelişmemiş bir çocuk, çok zeki olmanın bir neticesi olarak üniversiteye öğretmen olmak için gelmişse, sadece derslerde öğrenme başarısını dikkate alarak mezun etme yükümlülüğüne sahip üniversitelerin bu konuda yapacağı çok fazla bir şey yoktur maalesef.
Çare ise; talebeyi üniversiteye girişte ve öğretmenliğe başlama safhalarında nitelikli/tarafsız biçimde ölçebilecek bir mülakat tekniği ile iletişim yeteneğinden belagatine kadar objektif bir terazide tartmaktır. Çünkü mesele, kendilerine emanet edilen çocuklarımızdır ve çocuklarımızın eğitim geleceği bir milletin geleceğidir. Öyle ki bu mevzu, tesadüfe bırakılamayacak kadar da ehemmiyetlidir.
Peki, bilimsel gerçekler ışığında ülkemizin öğretmen profili ve yeterlilik seviyeleri nasıldır? Son 20 yılda bu konuda nasıl bir seyir izlemiştir?
Eğitimde nitelik; öğretmenlerin kalitesinden geçer. 2017 yılında Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından “Türkiye’de Öğretmen Eğitimi ve İstihdamı, Mevcut Durum ve Öneriler” adlı çalışmada; OECD ülkeleri ve Türkiye öğretmen profili karşılaştırılmış, son 3 yılda mesleki gelişim programına katılım noktasında Türkiye’nin (%24), OECD ülkelerinin (%50,9) yarısından bile az olduğu görülmüştür. OECD ülkelerinde her iki öğretmenden en az biri; Türkiye, Norveç, Gürcistan ve Makedonya’da ise öğretmenlerin dörtte birinden daha azı son üç yılda bir mesleki gelişim programına katılmıştır. Bu da gösteriyor ki öğretmenlerin kendilerini yenilemeleri ve alanda meydana gelen gelişmeleri formal bir hizmet içi eğitim ile takip etmeleri durumu çok yetersizdir. Ayrıca yakın geçmişe kadar “hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol” algısının toplumda genel kanı olduğunu söylemek de mümkündür fakat son yıllarda bütçeden en büyük payı alan eğitimde bu algının artık silinmeye başladığını da belirtebiliriz. Bu da devlet politikası ile alakalı bir mevzudur. Özellikle öğretmen alımında merkezî sınavların yapılması ve puanların yüksek olması çok sayıda aday arasından en iyilerini seçme refleksi taşınması önemli kabul edilebilir. Fakat mülakat tekniğinin yetersizliği öğretmen alımında nitelik problemini de beraberinde getirmiştir. Zira şu an mülakatlarda mesleki yeterlilik ölçümü, çeşitli problemler taşımakta olup başta mülakatı yapanların yetersizliği, alana hâkim olamamaları ve öğretmen alımları noktasındaki güvenlik kaygıları, nitelikli öğretmen arayışlarının önündeki bazı engel olarak görülebilir.
Okumayan, araştırmayan, merak duygusunu ve heyecanını kaybetmiş, talebelerinin seviyesine inemeyen, aşırı siyasallaşmış, hayat öngörüsü ve vizyonu olmayan, egoist ve bencil bir öğretmen profiline sahip ülkeler çökmeye mahkûmdur. Bu konuda bizim de ülke olarak uzun yıllardan beri o uçuruma hızlı bir şekilde sürüklendiğimiz bir hakikattir. Toplumsal ve beşerî meselelere karşı millî, manevi, kültürel her türlü refleksi göstermesi gereken kimseler en başta öğretmenler olmalıdır. Çünkü öğrenci, sevdiği ve değer verdiği öğretmenini, çoğu zaman anne ve babasının bile önüne koyabilmektedir. Mesela; ebeveyn topluluk önünde evladını övse de çocuk bunu vicdanında belli bir yere koyabilir ve çevresine “beni annem/babam bugün övdü” diye çoğu zaman dillendirme ihtiyacı hissetmeyebilir. Fakat bir öğretmen çocuğu övdüğünde çocuk bunu ömrü boyunca unutmaz ki bunun sayısız misalleri vardır. Yani öğretmen bir çocuğun ‘rol modeli’dir. Dolayısıyla öğretmenlik yüce gönüllü insanların hayat prensibi ile kurulmuş bir gönül sofrasıdır ve bundan kısmeti olan nasibince istifade eder.

TÜKENMİŞLİK SENDROMU
Türkiye’de öğretmen profili noktasında üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan biri de öğretmenlerin “tükenmişlik sendromu” meselesidir. Tükenmişlik sendromu çoğunlukla meslekte kendini yenileyememe, fiziksel açıdan yorgunluk, meslekten bekledikleri ile karşılaştıkları arasındaki çelişki ve iş hayatında beraber çalıştıkları kimselerden gördüğü tahammülsüzlük yönündeki yaklaşımlardır. Dr. Sevdiye Ersoy Yılmaz, Nihal Yazıcı ve Hasan Yazıcı tarafından 2014 yılında “Öğretmen ve Yönetici Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeylerinin İncelenmesi” adlı çalışma dikkate değerdir. Buna göre; ülkemizde öğretmenlerin duygusal boyuttaki tükenmişliğinin ileri seviyede olduğu görülmüştür. Araştırmada dikkat çeken önemli konulardan biri de; kadınların hem genel hem de duygusal tükenmişlik, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı boyutlarında erkeklere kıyasla daha fazla tükenme yaşamakta olduğu görülmüştür. Bu konuda yapılan başka araştırmalar da mevcuttur. Dolayısıyla bu sonuçlar, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir mevzudur ki öğretmenlik mesleği yanında “annelik” misyonu taşıyan kimselerin ruh sağlığının önemsenmesi ülkemizin geleceği adına çok elzem bir meseledir ve bu ötelenmeden üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur.
Bütün burada bahsedilen konular; ülkemizin öğretmen profili noktasındaki birtakım gerçeklerdir ve belirttiğimiz mevzular, girdap misali alt problemleri de peşinden sürüklemektedir. Fakat yaşanan aksaklıklar ve problemler burada belirttiklerimizle sınırlı da değildir. Bunlar aysbergin sadece görünen yüzüdür...

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.