GELİŞME Mİ, DEĞİŞME Mİ? Reform fitnesi medeniyetleri yıkar

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
 
Reform müthiş bir fitnedir, bid’attir; izleri her yerde görülür. Amerika ve Pakistan’da reformistler feminizmi bir aktiviteden çok bir dinî formasyon gibi idrak ettiler. Bu meyanda Amerika’da 2005 yılında Amina Wadûd adlı bir kadın ilk cuma namazını kıldırıp bunu bir hayli sürdürdü.  Pakistan’da Rahael Razâ aynı yolda yürüdü. 2017’de Almanya’da Rabeya Müller, imamı yalnız kadın olan bir cami yaptırdı...
 
 
Canlı varlıkların kendilerine ait özel yapıları vardır. Her hücre bir diğer hücreden çoğalır. “Omnis cellula e cellula” (Rudolf Virchow.) Hücreler sağlıklı ise çoğalan her hücre sağlıklı olur. Hücrelerin asılları ile yani “genleri” ile oynanırsa o hücre, artık o hücre değildir; ya mutasyonlar veya habis tümörler yapıyı bozar. Mutasyon bir organizmanın yahut bir virüsün ya da bir kromozom harici genetik elementlerin nükleotit dizilişinde meydana gelen kalıcı değişmelerdir ve bunlar DNA ve RNA ile ilgilidir. Hücreler bozulursa dokular, dokular bozulursa kas sistemi, o da bozulursa iskelet sistemi bozulur. Demek ki canlı yapı ile oynamak her şeyi bozar...
Milletler, topluluklar da bir beden gibidir. Bu topluluğun hücreleri (odacıkları) ailelerdir. Bu ailenin hareketleri, refleksleri, bünyevî faaliyetler gibidir. Ailede uyum varsa toplum da uyumludur. Millet bir düzen üzerine kurulur. Yapı, yani aile düzeni bozulursa millet de bozulur.
Vücudu baş (beyin) koordine eder, uyumu sağlar. Kalp devreye girince faal olarak değil ama manevi olarak yönetimi ele alır. Beyin ve kalbin uyumu ferdi de rahatlatır. Ailenin başı (reis), devletin reisi başkan, bedende baş gibidir. Bunların uyumu milleti rahatlatır.
 
TARİHΠ İHTARLAR
 
Türklerin en önemli ilk tarihî belgeleri olan “Göktürk Kitâbeleri”nde bu ailevî, dolayısıyla, millî bozulma dramatik bir şekilde anlatılmıştır. Kültigin Güney Cephesi’ndeki bu önemli bölümün Türkiye Türkçesine aktarılmış hâli şöyledir: “Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi yaratılmamış, oğlu babası gibi olmamış olacak ki bilgisiz kağanlar başa geçmiş. Vezirleri de beceriksizmiş. Beyleri ve milleti uyumsuz olduğu için, Çin milleti de sahtekâr ve hilekâr olduğundan, küçük kardeş ve büyük kardeş birbirine düşünce, bey ve millet de karşılıklı çekişmeye başlayınca Türk milleti vatanını kaybetmiş, kağanını kaybetmiş. Çin milletine delikanlıları ve genç kızları kul köle olmuşlar. Türk beyleri Türk adlarını bırakarak Çin adları almaya başladılar ve tamamen Çin’e itaat ettiler…”
Bu bölümde bir milletin nasıl çöktüğünün dramatik bir anlatımı vardır. Evvela kardeşlerin uyumsuzluğu, sonra kağanın milletiyle ve yöneticilerle sürtüşmesi, sonunda Göktürk Devleti’nin, Batı ve Doğu Göktürk Devleti diye ikiye ayrılışı anlatılır. Göktürkler 630-680 yılları arasında Çin’in uşaklığını yaptılar. Başarısız da olsa Kürşad ayaklanması, Türkleri tekrar aslî karakterlerine döndürdü…
 
“Göktürk Kitâbeleri”nde bu ailevî, dolayısıyla, millî bozulma dramatik bir şekilde anlatılmıştır.

 
Türk tarihi zaferler ve ihtişamlarla dolu olduğu kadar fitne ve ihanetlerle de doludur. Genelde her Türk devletini bir Türk devleti yıkmıştır. Orta Asya’dan Horasan’a, Çin’e, Hindistan’a, Kuzey Afrika’dan Arabistan’a ve Kırım’dan Orta Avrupa’ya kadar Türk izlerini görmeden buraların tarihi yazılmamıştır.
Daha düne kadar Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Kutsal Topraklar Türklerden sorulurdu. 1830’lara kadar sendelemeler olsa bile, devlet bünyesinde büyük değişimler olmadığı için Osmanlı ayakta idi.
 
İslâmiyet âdetlere ve değişmelere tamamen kapalı değildir. Türk hukuk tarihinin bir harikası olarak kabul edilen “Mecelle” bunların en büyük delilidir.
Sistem ne olursa olsun, o sistemi tavizsiz yaşayan devletler başarıyı yakalarlar. Zulüm veya küfür üzerine kurulmuş olan, Çin İmparatorluğu, Sâsânî Devleti, Roma İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu ve uzantısı Hülagü, Çarlık Rusyası gibi devletlerin hiçbirisi hak üzere kurulmadı. Ama zulümde ve küfürde de olsa, sistemleri batıl olduğu hâlde istikrarlı bir inatla devletlerini uzun süre yaşattılar.
Türkler de Müslüman olmadan evvel.  Kurulu sistemlerinde bir muvazene temin etmişlerdi. Oğuz Kağan’dan sonra oluşamayan bir Türk dünyası birliği (Turan) ve İslâm’ı henüz tanımamış olmak bazı Türk Devletlerini de tarihin derinliklerine gömdü.
 
SOY VE ASÂLET
 
Türkler İslâmiyet’ten evvel de celâdet, asâlet, adâlet ve şecâat sahibi idiler. İslâmiyet onların bu hasletlerini doğru kanalize ederek celâdeti merhametle; asâleti tevazuyla; adâleti hakla ve şecâati merhametle tahkim etti. Artık Türkler savaşı cihat; yayılmacılığı i’lâ-yı kelimetullâh; hâkimiyetin aslını “El-hükm-i lillâh” galibiyeti ise “Lâ gâlibe illallâh” olarak idrak eden bambaşka bir milletti.  Artık sefer, Risâlet-penâh Efendimiz’in övdüğü milletin, zafer ise Allâhü teâlânındı.
Artık istikamet belliydi: Kur’ân-ı kerîmin ve sünnet-i seniyyenin gölgesinde, o çizginin müştakı Ahmet Yesevî hazretlerinin temayülü, Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin manevî feyzi ve bereketi ile tasavvuf ve tarikatın nezaket ve safiyetini miyar alarak bütün Orta Asya’yı, Horasan’ı fetânet ve basîretiyle ihata eden İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin Hanefi inayeti yanında, Kuzey Afrika, Arabistan diğer İslâm coğrafyasında İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfii ve İmâm-ı Ahmed bin Hambel (rahmetullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının hak mezheplerinin hâdimi ve hâmîsi oldular. Böylece Osmanlı dünyanın büyük bir kısmında ferman-fermâ oldu. 16, 17 ve 18.yy.larda İslâm’ı üç daireye ayrılmış olarak alırsak Vehhabi, Şiî ve Ehl-i sünnet itikatlarından Sünnî akaidi, emanet-i Resulullâh olarak görüp ona bütün varlıklarıyla sımsıkı sarıldılar.
Daha önceleri Karahanlı, Harezm, Babür devletlerinde Sünni akaidi nasıl muhafaza ve i’lâ ettilerse,  Selçuklu ve Osmanlı Devletleri de aynı istikamette başarılı oldular.
Anadolu Selçukluları İslâm öncesi Pehlevî, Mecûsî ve Sâsânî kültürlerinin esâtirî mitlerine sahip çıkıp sefahat ve israfa meyledince Baba İshak ve Baba İlyas isyanlarını haklı hâle getirdiler. (Sonraki yazılarımızda Acem kültürünün izlerinin ne kadar derinlere kadar indiğini ve İslâmi terimleri nasıl istilâ ettiğini de açıklayacağız.)
Bu arada bazı sözde bilim adamlarının, özellikle Hazret-i Mevlânâ’nın Farsça yazmasından dolayı ağır ithamlarda bulunmaları tam bir gaflettir. Bu meyanda bir profesör “Mevlânâ Şems’in etkisiyle Hurûfî olmuştu” diyor. Evet, Farsça yazdı; Çünkü o devirde Mevlânâ Celâleddîn Hazretleri’nin doğup büyüdüğü Belh şehri ve yöresinde (Bugünkü Afganistan) Farsça konuşuyorlardı. Bu gerçeği nazar-ı itibara almak gerekir.  Mecûsîlik isnadına gelince: Büyük velî bir dörtlüğünde:
Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem/Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem
Eger nakl küned cüz in kes ez güftârem/Bîzârem ez û ve’z an sühan bîzârem.”
(Bu canım var oldukça ben Kur’ân-ı kerîmin bendesiyim ve Muhammed Mustafâ’nın yolundaki toprağım. Benden başkaca bir söz nakleden olursa, hem onu söyleyenden hem o sözden rahatsızım)
El insaf sayın profesör hem Kur’ân-ı kerîme hem de Efendimize bu kadar bağlı bir Mecûsî’yi nerede gördünüz?!
Kısacası Osmanlının, edebiyat dilini ve bazı dini terimleri bu kadar etkileyen Farsçanın tesirinde kalıp Şiî itikadını benimsememeleri ve Sünnî itikatta müstakim olmaları Yavuz Sultan Selim’in bir itikat savaşı olan Çaldıran’da pekişmiştir.
Türk tarihinin savaşlarla ve iç çekişmelerle geçen 1550-1830 arasındaki yıllar Osmanlıyı yıkacak güçte değildi. Tabii ki Yeniçeri fitnesi temel ordu kavramını bozduğu için, büyük bir sıkıntı oluşturdu. Ama devlet 1826’daki neşterle buna da bir çare buldu.  Yani devlet güçlü olursa her sıkıntı giderilir.
 
FENNÎ BİLİMLERİN ÖNEMİ
 
Osmanlı kendi değerlerine bağlı, din ve fen ilimlerinde büyük âlimler yetiştirip uygulamaları Sünnî akait üzerine yaptığı sürece her çağın önünde idi.16 ile 18. yy’ın ortalarına kadar Osmanlıdan daha gelişmiş bir devlet yoktu. Dünya hızla değişirken fen bilimlerini kenara itmek meskenet doğururdu ve o da oldu. Hâlbuki iyi bilinmelidir ki büyük İslâm âlimleri ve müctehit imamlar “zü’l-cenâheyn” idiler. Yani hem din hem de fen ilimlerinde mütebahhirdiler. İrsiyet (genetik), iktisat (ekonomi), miras hukuku, suç delilleri, isnat ve ispat (hukûkî veriler) bilinmeden fıkhî meseleler nasıl çözülebilirdi? Akşemseddin, Molla Husrev, İbni Kemâl, Osmanlının yüz akları değil midir? Molla Gürânî ve Molla Husrev’in eğitim teorileri pedagojik bir çığır açmadı mı? Kâtip Çelebî’nin “Serhatlerde Çocuk Terbiyesi” bugün bile üzerinde dikkatle araştırma yapılması gereken çocuk eğitiminin ana maddelerini vermiyor muydu?..
İslâmiyet âdetlere ve değişmelere kapalı değildir. Türk hukuk tarihinin bir harikası olarak kabul edilen “Mecelle” bunların en büyük delilidir. Bunlardan bir iki maddeye bir bakalım:
Madde 36. Âdet muhakkemdir. Mecelle’nin izahına göre şer’î hükmü ispat için örf ve âdet hakem alınır. Medeni kanunun birinci maddesinde de örf ve âdet, kanunda açıklık bulunmaması hâlinde hüküm vermede önemli bir yer tutar.
Madde 37. “Nâsın isti’mâli öyle bir huccettir ki onunla amel vacip olur.” Yani halkın bilinen ve gelenekselleşmiş bir durumdaki hareket tarzı hukuk kaidesi teşkil eder.
Madde 38. “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.” Halkın söylediği bir söz vardır: Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy! Tabii bu sadece âdetler içindir. Dinde, ibadette değişim bid’attir. Kelâmullâh, Ehâdis-i Nebeviyye, icma ve kıyasla sabitleşen kuralları bırakın değiştirmeyi, düşünmek bile batıldır. Resûl-i Zî-şân Efendimizin buyurduğu gibi “Bütün bid’atler dalâlettir.” (Mecellei-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde 36, 37, 38. S. 36,37, Dersaadet Matbaası, İstanbul, 1322-1906)
 
MASUM GÖSTERİLEN FİTNE: DİNDE REFORM
 
Ziya Gökalp 1876’da Diyarbakır’da doğdu. Sosyolog, şair ve gazeteci idi. Düşünceleri ve çalışmaları ile İttihat ve Terakkî’nin fikir önderlerinden oldu. “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” tezi bir anda ateşlendi ve servis edildi. Oğuz Kağan’dan Abdülkerim Satuk Buğra Han’a, Tuğrul ve Çağrı Beylerden Alparslan’dan, Selçuk Bey’den, Osman Bey’den, Yavuz’dan, Sultan Abdülhamid’den ve bunların uygulamalarından Türklükten sapma mı oldu? “Türk Cihan Hâkimiyeti”ni kimler tesis etti?
Akıncı beyinin (Tümen komutanı mesabesindedir) akınlarda beresine “bozkurt” başı takması, komutanların askerlerini teşci ederken “Vurun bozkurtları, koman yiğitlerim” demeleri mi Türklüğü unutturdu? Kayı obasından neşvünema bulan Osmanlı mı Türk değildi? O hâlde “Türkleşmek” ne demektir. Ecdadımız Türklüğü inkâr mı etti? Çok milletli imparatorluklarda, devletlerde bu tahsis bir ırk üzerinden tesmiye ve iltizam o devleti ne hâle sokar?
“Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında Gökalp bir bölümde “Dinî Türkçülük” temasını işler. Irk üzerine din bina edilirse beynelmilel İslâm temayülü olan ümmet kavramı ne olur?
“Lisânî Türkçülük”te de tenkide çok açık bölümler vardır. Muhteva ve ağır tamlamalarla lügat sayfalarına çevrilmiş dili, munis hâle getirmek fikrine zaten katılıyoruz. Bir ibadet şevkiyle okunan Süleyman Çelebî’nin “Mevlid” adlı eseri, naatlar, tevhit ve münacatlara karşı çıkan oldu mu?  Bunlar Türkçe olarak yazılmışlardır. Ama ibadet diline müdahale çok vahim sonuçlar doğurur. Konu ezanın ve Kur’ân-ı kerîmin Türkçe okunması olunca, her samimi Müslüman buna karşı çıkar. Ne demek millî dil ile ibadet?
 “Vatan” şiirinde Gökalp: “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/Köylü anlar manasını namazdaki duanın/Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur/Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın.”
Şimdi şöyle düşünelim:  Ezan 1932’de Türkçe okunmaya başladı. İbadet edenlerin sayısının en düşük olduğu zamanlar bu zamanlar değil midir?
Hac sırasında üç milyona yakın Müslüman Mescid- i Harâm’a geliyor. Derileri, ırkları, dilleri ayrı olan bu insanlarda ortak olan tek nokta ibadetlerin aynı dille yani Arapça yapılmasıdır. O hâlde orada hangi dille ezan okunacak? Farsça mı, Hindûca mı, Mala diliyle mi, İngilizce mi, Afrika dillerinden biriyle mi? O zaman tevhîd dini nerede kalır?
Kâbe’de imam namaz kıldırırken kıraat sırasında hangi dili kullanacak? Bu durumda Arap olmayanların kulaklarına iki milyondan fazla simultane tercüme cihazı takmak gerekir. Böylece herkesin kulağına kendi diliyle Kur’ân-ı kerîm gelir. Bu mu, çözüm bu mu? Yani bu ne biçim bir gaflettir. Rabb’imizin kelâmıyla oynanır m? Seyyidü’l- müezzinîn Bilâl-i Habeşî (radıyallâhü anh) efendimizin ezanıyla Eshâb-ı kiram efendilerimiz gözyaşlarına boğuldu. Efendimizin: “Ya Bilâl bizi ferahlandır” diyerek arzu ettiği o mübarek sözler değiştirilir mi? Dünyadaki hiçbir İslâm ülkesi bunu yapmadı ve düşünmediler bile…
Reform müthiş bir fitnedir, bid’attir; izleri her yerde görülür. Efgânî, Abduh ve Reşid Rızâ’nın idlâl ve ifsat ettiği kitlelere, yurdumuzda ve diğer ülkelerdeki İslâm toplumlarında rastlamak mümkündür. Osmanlı Ehl-i Sünnet’in kalesi olduğu için önce bu muazzez topraklara ve özellikle de Abdülhamid Han’a yüklendiler. Sonra dünyaya açıldılar. Amerika ve Pakistan’da reformistler feminizmi bir aktiviteden çok bir dinî formasyon gibi idrak ettiler. Bu meyanda Amerika’da 2005 yılında Amina Wadûd adlı bir kadın ilk cuma namazını kıldırıp bunu bir hayli sürdürdü.  Pakistan’da Rahael Razâ aynı yolda yürüdü. 2017’de Almanya’da Rabeya Müller, imamı yalnız kadın olan bir cami yaptırdı.
Üsküdar Çamlıca’daki Subaşı Camii’nde kadın erkek beraber namaz kılınmaya başladı. Ön safta kadınların çokluğu dikkat çekiyordu. Tesettürsüz olan bu hanımlardan B. Z. imameti kendisi için teklif etmiştir.
Evet, fitne ve bid’at ateşi çok sâridir. Çabuk yayılır.
Gelecek yazımızda buluşmak ümidiyle esen kalınız efendim…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.