‘Annesiz çocuklar’ ve dünyanın geleceği

A -
A +

Doç. Dr. Mustafa Şeker

 

 

Tamamen maddi refah üzerine kurulu düzenin, insan haysiyetinin önüne geçtiği Batı’da, çocuklar doğar doğmaz kapitalizmin çarkları arasında ezilmeye mahkûm bırakılmaktadır. Avrupalı kadınların %62’si bebekleri dahi olsa, başkaları için rahatlarını bozmanın gereksiz olduğunu düşünmektedir.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre; 0-2 yaş aralığında kreş ve benzeri kurumlara kayıt, Belçika ve Danimarka’da yüzde 60 civarındadır.

Batı toplumunda çocuklar bir meta gibi görülmektedir.

 

 

Annelik hiçbir zaman bitmeyen vazifedir. Bu vazife, her canlı için değerlidir ve neslin devamı için elzemdir. Ancak modern dünyanın getirdiği zorluklar ve dayatmalar, farklı doyum metotlarıyla bu vazifeyi akamete uğratmıştır. Dolayısıyla Batı toplumunda her şey maddileştiğinden çocuklar da bir meta gibi görülmektedir. Batılıların özellikle azalan genç nüfusa karşı aldıkları tedbirler yeterli gelmemekte, sadece nüfus sahibi olmak için verdikleri maddi destekler bile aile müesseselerini kurtarmaya yetmemektedir. Mesela Hollanda, evlenme karşılığında gençlere iş kuracak kadar maddi destek vermeyi taahhüt etmektedir. Almanya ise meşru veya gayrimeşru yeter ki çocuk sahibi olmayı, geleceklerinin kurtuluş reçetesi olarak görmektedir. Bu sebeple Batı’nın ruhen doyuma ulaşmış nesil yetiştirme gibi bir derdi bulunmamaktadır. Dolayısıyla değersizlik yarışında bu durumlara düşmüş Batı’nın hayat şartları, hiçbir şekilde bizim toplumumuzun kurtuluş reçetesi olamayacaktır.

 

DOĞAR DOĞMAZ KAPİTALİZMİN ÇARKINDALAR

 

Tamamen maddi refah üzerine kurulu düzenleri, insan haysiyetinin önüne geçmiş Batı’da, çocuklar daha doğar doğmaz kapitalizmin çarkları arasında ezilmeye mahkûm bırakılmış, anne kokusuna hasret bebekler hemen parayla tutulan kiralık annelere tamamen terk edilerek “her sahada özgülük” temelli anlayışlar şiar edinilmiştir. Yakın zamanda Avrupalı kadınlar üzerine yapılmış bir akademik çalışmaya göre; kendileri de doğurmuş olsalar, başkaları için rahat ve huzurlarını bozmanın gereksiz olduğunu savunanların oranı şaşılacak biçimde yüzde 62 civarında çıkmıştır. Bu oran, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir durumdur. Artık çocuk sahibi olmayı lüzumsuz ve kendilerine külfet olarak gören Batı toplumu, hızla tükenmektedir. Bu olumsuz durum maalesef coğrafi yakınlık sebebiyle bizi de tehdit etmektedir.

 

BATI’NIN GİRDABI

 

Sosyal ve kültürel konularda son 200 yıldır takip ettiğimiz Batı toplumunun hayat şartları, artık içimize ve algılarımıza sirayet etmektedir. Bugün çalışma hayatı içinde daha fazla olma ve özgürleşme refleksi, doğum oranları konusunda hiç de hoş olmayan neticeleri beraberinde getirmektedir ki, bu negatif gidişat Batı’nın içine düştüğü girdaba bizi de hızla çekmektedir. Tahminlere göre; 2050’li yıllarda Türkiye’nin Avrupa’nın bile ilerisinde yaşlı bir nüfusa sahip olacağı belirtilmektedir. Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (AB) Eurostat ve Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre; Türkiye’de toplam doğurganlık hızı, 2001 yılında 2,38 çocuk iken bu sayı 2021 yılında 1,70 çocuk olarak gerçekleşti. Buna göre; Türkiye’de toplam doğurganlık hızı son yıllarda düşüş eğiliminde… Bu veriler ışığında varın gelecekte olacakları siz tahmin edin!

 

NÜFUS KONUSUNDA NASIL BU HÂLE GELDİLER?

 

Peki, Türkiye’yi etkileyen Batı, nüfus konusunda nasıl hâlihazırdaki duruma geldi? Hikâye gerçekten de çok trajik… Yukarıda da belirttiğimiz gibi Batı için maddi kaygılar her zaman ön planda olmuş, mutluluk ve huzurun maddi zenginlikten geldiği kabul edilmiş ve bu uğurda da feda edemeyecekleri şeyin olmadığını her zaman göstermişlerdir. Dolayısıyla daha bebeklik çağlarında ilgi ve sevgiye aç yavrular, sadece biraz daha rahat yaşama refleksiyle hiç tanımadıkları kimselere teslim edilmekte, hatta iş seyahatleri sebebiyle günlerce annesini görmeyen üç beş aylık bebeklerle karşılaşılmaktadır. Böylece, sevgiden mahrum çocuklar; merhametten de mahrum yetişebilmekte, en iyi eğitim sistemleri (öğretim sistemleri değil) bile yaralı vicdanlara merhem olamamaktadır. Merhametten mahrum nesiller de gelecek adına toplumun başına en büyük sıkıntıları getirebilmektedirler. Dünyayı kana bulayan kişilerin hayatlarına baktığımızda da hemen hepsinin ailede şiddete uğrayan, anne veya babaları tarafından terk edilmiş veya ihmal edilmiş, çevresi tarafından dışlanmış kişiler olduğu görülmektedir. Bu sebeple dünyada kan ve gözyaşı inanılmaz boyutlara ulaşmışken insanlık hassasiyetlerimizi, sosyal konum ve duruşumuzu tekrar gözden geçirsek mi acaba? İnanın buna bütün dünyanın ihtiyacı var.

Peki, ülkeler, nesilleri için bu kadar gayret gösterip büyük masraflar yaparken niçin temelinde insan sevgisi olması gereken eğitimde, başarısız bir dünya toplumu imajı çiziliyor? Dünyada ‘en’lerden kabul edilen Finlandiya bile öğrenmede başarı noktasında inanılmaz yerdeyken, mutsuz ve huzursuz nesillerine karşı niçin çare üretemiyor? Bunun üzerinde yoğun bir şekilde düşündükleri malum fakat diğer yandan zevklerinden ve özgürlüklerinden de feragat edememeleri, ruhsuz bir hayata katlanmayı da beraberinde getirmektedir.

 

ANNEDEN ERKEN YAŞTA MAHRUM KALMAK

 

Modern pedagoglar ve psikologlar; erken çocukluk dönemlerinde sevgiden, ilgiden ve şefkatten mahrum yetişen “annesiz çocukların” (anneden mahrum yetişmiş çocukların), maddiyat merkezli bir ruh hâliyle çevresinde yaşananlara ya aşırı duyarsız bir duruş sergilediklerini ya da sevgi ve mutluluk kadar acıları paylaşma noktasında da geri planda kalıp sosyalleşme problemleri yaşayarak hem kendilerine hem de çevrelerine hayatı zehir ettiklerini belirtmektedirler.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda; Batı’da erken yaşlardan itibaren annesiz büyütülen çocukların, ileri yaşlarda ciddi travmatik neticeler yaşayacağı çeşitli araştırmalarla da ortaya konmuştur. Bu konuda sadece azalan nüfuzlarına çare aramak için ARGE birimlerine ve çeşitli projelere milyarlarca dolar ayırmaktadırlar. Çünkü korku treni üzerlerine doğru olanca hızla ilerlemekte…

 

ABD’Lİ ANNELERİN TUTUMU DEĞİŞİYOR

 

Tabii, bu konularda yaptıkları araştırma sonuçları da hakikatleri ortaya koymaktadır. Mesela, ABD’de yapılan araştırma sonucu şu şekildedir: “Amerikalı annelerin çoğu evin dışında çalışır. ABD Çalışma Bakanlığı'na göre, 2015 yılında 18 yaşından küçük çocuğu olan kadınların yaklaşık yüzde 70'i iş gücündeydi. 2007'de Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir anket, yetişkinlerin yüzde 41'inin çalışan annelerdeki artışın toplum için kötü olduğunu söylediğini ve okul öncesi çağındaki çocuklara sahip beş anneden sadece birinin tam zamanlı çalışmayı tercih ettiğini bildirdi.”

Yani anneler de işlerin yolunda gitmediğini fark etmekte ve çocukları için çalışma hayatında daha az rol almayı tercih etmeye başlamaktadırlar. Buna göre; ABD’li annelerin Avrupa’ya göre daha farklı bir metot takip ettikleri dikkatleri çekmektedir.  

Mustapha Kulungu, “Working Mothers, Their Contribution and Impact on Decline of Traditional Family-Analysis” adlı makalede “Temel ve artan anne-çocuk ayrılığı sebebiyle, ihmal edilen çocukların, ‘aile çöküşü’ olarak Amerikan aile yapısına telafisi mümkün olmayan zararlar vereceği aşikârdır” demiştir. Dolayısıyla ABD’li araştırmacılar; çöken aile yapılarının ABD’nin çöküşünü de hızlandıracağının idrakindedir.

S. Moussavi tarafından yapılan bir araştırmada da (2015), “Çalışan anneleri olan kız ve erkek çocuklarının ruh sağlıklarının düşük olduğu, dolayısıyla ortaya çıkan sonuçlar evde anne varlığının gerekli olduğunu doğrulamaktadır” ifadesi kullanılmıştır.

İngiltere Sosyal ve Ekonomik Araştırma Enstitüsü tarafından yayınlanan bir başka araştırmaya göre; okula başlamadan önceki yıllarda tam zamanlı olarak işe giden annelerin çocukları, daha yavaş duygusal gelişim gösteriyor ve okuma ve matematik testlerinde daha az puan alıyor.

Samanta ve arkadaşları tarafından 2020 yılında Hindistan’da yapılan “Çalışan Annelerin Çocukların Gelişimine Etkilerinin İncelenmesi” adlı bir araştırmada ise şu sonuçlarla ortaya çıkmaktadır: “Çalışan annelerin çocuklarıyla geçirdikleri süreyi kısaltmak zorunda kalmaları, çocuklarının gelişimi üzerinde uzun vadeli sonuçlar meydana getirebilir. Ayrıca annelerin işle ilgili strese maruz kalmaları, çocukların gelişimini olumsuz etkiler. Bütünsel büyümelerinde zekâ geriliğine yol açan bilişsel ve davranışsal gelişim problemleri de oluşabilir.”

 

ERKEN YAŞTA KREŞİN NETİCELERİ

 

Dolayısıyla çalışma hayatında daha faal yer alan kadınların tabii olarak çocuklarını yabancı kişilere emanet etmek mecburiyetinde kalmaları kreş ve okul öncesi sınıfları daha fazla gündemde tutmaktadır. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, 0-2 yaş aralığında kreş ve benzeri kurumlara kayıt Belçika ve Danimarka’da yüzde 60 civarındadır. Bu oran ülkemizde de hızla artmaktadır. Fakat meydana getirdiği olumsuzluklar da araştırma konusu olmaya devam etmektedir. Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği Yönetim Kurulu Eski Üyesi ve Ankara Üniversitesi (AÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Runa İdil Uslu, 2009 yılında yaptığı bir söyleşide; “Çocukların ilk 3 yaş içerisinde kendisine birinci derecede bakım veren kişiye yoğun olarak bağlandığını ve kuvvetli bir ilişki geliştirdiği için bu yaş aralığından önce kreşe verilmesinin uygun olmadığını” belirtmiştir. Sebep olarak da 6 aydan itibaren çocuklarda ayrılma kaygısının gelişmeye başladığı gösterilmiştir ki bu durumun ileri yaşlarda çocuklarda çeşitli travmatik olumsuzlukları da beraberinde getirebileceği vurgulanmıştır.  

Prof. Dr. Gülay Akgül Yılmaz editörlüğünde “Çalışma Hayatında Kadın” temalı “Eskar 2. Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Sempozyumu (2017)” kapsamında Marmara Üniversitesi BAPKO finansmanı ile çıkarılan kitapta bir araştırma yayınlanmıştır. Prof. Dr. Nazan Aydın, Doç. Dr. Esra Yazıcı, Dr. Dilruba Dülgeroğlu, Ar. Gör. Melike Dönmez, Ast. Dr. Hazal Yavuzlar Cıvan ve Aile Hekimi Esra Noyan tarafından “Çalışan annelere yönelik tutumların İncelenmesi-Bir Ön Çalışma” adıyla yüzde 49,8’i kadın, yüzde 50,2’si erkek deneklerle yaptıkları araştırmada ilginç sonuçlarla karşılaşılmıştır. Buna göre; “Çalışan anneler çocukları ile az vakit geçirse bile kaliteli zaman geçirirler” fikrine “katılmıyorum” diyenlerin oranı yüzde 56,5 iken “katılıyorum” diyenler yüzde 21,7, “kararsızlar”ın oranı ise yüzde 21,9 çıkmıştır. Aynı araştırmada “Çalışan annelerin çocuklarının kendine güveni daha yüksek olur” fikrine “katılmıyorum” diyenlerin oranı yüzde 47,8 iken “katılıyorum” diyenler yüzde 24,8 ve “kararsızlar” yüzde 27,4 çıkmıştır. Araştırmada, “çalışan kadınlar anne olduktan sonra da kariyer planı yapabilmelidir” fikrine “katılmıyorum” diyenlerin oranı yüzde 76 iken, “katılıyorum” diyenlerin oranı yüzde 14,9, “kararsızlar” ise yüzde 9,1 çıkmıştır.

“Çalışan annelerin eşleri ile ilişkileri daha iyidir” fikrine de yüzde 38,7 “katılmıyorum” derken, “katılıyorum” diyenlerin oranı yüzde 25,3, “kararsızlar” ise yüzde 36,1 çıkmıştır…

Bütün bunlara göre; yıllarca “evlatlarım rahat etsin” refleksi ile elde edilen kazanımların öbür tarafta farklı olumsuzlukları da beraberinde getirebileceği yukarıda belirttiğimiz ABD’li ve Avrupalı araştırmacıların çalışmalarıyla  da ortaya konmuştur. Buna göre “her şey evlatlarımız için” sloganı kapsamında anneliğin de çalışma hayatının en önemli parçası olduğu unutulmadan hayat planlarımızı tekrar bir gözden mi geçirsek acaba?..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.