Uyan da balığa gidelim!

A -
A +
Unutmadan söyleyelim Beykoz'dayız, eğer iyi kötü bir sandal, elli yüz kulaç misina edinirseniz eve taze balık götürebilirsiniz pekâlâ. Hafta sonları deniz miting meydanı gibi, belki yüz tekne omuz omuza.
Balık tutarsan ne âlâ, olmadı, aldığın havaya sayarsın. Yakacağın bir kaç litre mazot, bedavadan ucuza.
Ha sandala çekek lâzım, bakım, boya, branda… Liman idaresi kayıt kuyut, evrak, bayrak, flama…  Yani o kadar da basit değil aslında.
Oltadır dolanır, misinadır kopar, motordur tekler. Üşürsün, ıslanırsın, hele deniz öyle böyle soğuk değil şu aylarda.
Mustafa kaptan hazır bekliyor, kayınpederinden yadigâr sandalın ipini çözüyor, tekne kızaktan denize kayıyor. Kürekleri topluyoruz, motor patırtı ile çalışıyor, vira bismillah!
Uyan da balığa gidelim!
BU SANDAL BABAMDAN YADİGAR
Dursun Konya, 52 yaşında. Teknesi Ayvansaray yapımı, dengeli, sağlam. Eh serde marangozluk olunca bakıyoruz tabii. Eskiden her mevsim tekneler sıyrılır kalafata alınırlardı. Katranlı fitil sıkıştırılırdı aralıklara. Şimdi güzel macunlar var, bir kere çek tamam, sızdırmıyor bir daha.
 
EMEKLİ, EMEKLİYE EMEKLİYE
Paşabahçe Şişecam, Beykoz Kundura ve TEKEL Rakı'da çok işçi çalışıyormuş zamanında. ‘Böyle tesislerin yeri Beykoz olmamalı’ demiş, taşımışlar. Tekaüd işçiler de balıkçılığa soyunmuş, çapa, mapa edinmişler o saatten sonra.
Peki usta bir balıkçı bulup konuşturamaz mıyız? Ali Çelik kardeşimiz ‘tam adamına sordun abi’ diyor, ‘bizim kayınpederi tarif ediyorsun âdeta’. 
Adı Dursun, soyadı Konya. Çekirdekten balıkçı. Babası ve dedesi de ömür tüketmiş deryada.
Sözlerine doğma büyüme Beykozluyum diye başlıyor; bence Beykozlu olmak bir imtiyaz, İstanbul’un en güzel, en sakin yeri. Havası temiz, suyu nefis. camiler, türbeler, çeşmeler, korular, yalılar… Ecdat güzel eserler bırakmış burada, Kimler geçmiş kimbilir, her konak ayrı hatıra. Eskiden nüfus az, balık fazlaydı. Sürüler deniz üzerinde kabarır, biz oynak derdik onlara. Eğer martılar dalıp çıkıyorsa kesin bi iş var orada.
 
BALIKÇI KASABASIYDI
O zamanlar Beykoz balıkçı kasabası, yola kadar silme kayıktı baştan başa. İncirköy’de ağaç bir iskele vardı, altına iner balıkları izlerdik merakla. Su nasıl berrak, kumların kıpırdadığını görürsün, dibi ayan beyan ortada.
Evlerimiz bahçeliydi, bir atık kuyusu olurdu kenarda. Sonra yapılaşma arttı, sağı solu apartmanlar sardı. Atıklar kanalizasyona bağlanıp denize aktı, balıklar küstü Boğaz’a. Şimdi lağımları kuşakladılar, Çubuklu'da arıtıp öyle veriyorlar suya. Deniz nispeten temiz, eskisi kadar olmasa da. 
Ben 8 yaşından beri balığa çıkarım, babam gece iki buçukta uyandırırdı, namazlarımızı Anadolu Kavağı’nda kılardık. Ki sokak lambası bile yoktu, çakallar fır dolanırdı etrafımızda. Babamlar iki çift kürekle boğuşur, Riva önlerine varırdık bilek zoruyla.
Palamut mevsimi çapari atardık, kayık bir saatte dolar, geçersin dönüş yoluna.
Lüfer dişli balıktır, zokadan kurtarırken elini kaparsa Allah muhafaza! Bazen istavrit çekerken bakıyorum yarıları yok, ustura ile kesilmiş gibi.
Uyan da balığa gidelim!
NASİBİNDE VARSA
Derken manyat ağları edindik.
-Manyak mı?
Hayır manyat. Şöyle ki, yalıların önünden ağ çevirir, 9-10 tayfa ile çekersin. O zamanlar zargana çoook, 50- 60 çavalye (balıkçı sepeti) dolar. Kırlangıç, lüfer, kofana, kefal, kalkan, barbunya… Ne balıklar ne balıklar... Yılan balıkları da çıkardı hatta. İstavrit pek talep görmezdi, onları canlı canlı atardık suya. Manyat ağı açığa kaçmak isteyen balıkları torbalar. Gelgelelim çinekop uyanıktır, sahile doğru gelir, ağın altından sıvışır. Kenarları bastırır, suya taş atardık ki dönsünler torbaya. Babam çok kısmetliydi, balık kucağına düşer âdeta. Eğer bir seferde 8-10 istavrit gelmeye başladı mı, ‘balık kesildi’ derdi, ‘hadi oğlum malzemeyi topla.’ Bakarız millet yolumuzu bekliyor, iki kilo isteyene üç, üç isteyene beş okka, ‘Yesin vatandaş, ver gitsin fazla fazla.’
‘Ama baba’ diyecek olurduk ‘hışşşt, karışmayın bana!’
Meğer haklıymış, Allahü teâlâ da veriyordu ona.
Şimdiki balıkçılar kuyumcu gibi tartıyor 
o başka.
 
HAYALİ CİHAN DEĞER
İstanbul’un 1 milyon olduğu yıllardan bahsediyorum, Beykoz küçücük bir kasaba. Suda yüzüp üşüdün mü gider yatarsın asfalta. Saatte bir İETT otobüsü gelir, onun da homurtusu duyulur üç durak uzaktan.
Dalyanlar sabaha kadar orkinos toplar. 250 - 300 kiloluklar sıradandır, bazen yarım tonluk devler düşer ağa.
Acil balık lâzım oldu mu hemen bir çökertme yaparsın, iskeleden ağı yayar toplarsın, sana da yeter, komşulara da…
Bazen on on beş tane palamut oynağı birden görürsün, nasıl balık, çayır gibi. Düşün bu sene palamut hiç uğramadı Boğaz'a. Tekirler gelir sahili tırmalar. Sırmakeş suyunun orada uskumru kıyıyı yanlamıştı, elimle tutup tutup çavalyeye attığımı hatırlarım. Ne ağ, ne olta.
Azıcık açılan 3 kiloluk kofana, 6-7 kiloluk sivriler tutar. Sivri dediğimiz torik irisi, bir keresinde 246 tane sivri aldık. Onu da götürü çevirmiştik, hani rastgele derler ya...
Babamın kılıç ağları vardı, gecede 5-10 tane tutar. Uzatmada beklersin geldi mi sarsar. Kılıç balığı ışıktan hiç hoşlanmaz, artık mümkün mü? Boğaz gündüz gibi zira.
Uyan da balığa gidelim!
BİR GÜN MİSİNA KOPTU
Eskiden çaparileri kendimiz yapardık tavuk, martı tüyü bağlardık zokaya. Bir gün misina koptu, sandalda malzeme yok, babam pöstekinin tüylerini bağladı, ona bile atladılar.
Yeniköy önlerinde uskumruya atardık, bakarsın ağ silme beyaz, bembeyaz. Sandalı doldurur gelir, boşaltır gidersin bir daha. Dünya kadar balık, kime satacaksın? Mecburen tuzlar, kuyruklarından bağlar asarsın dallara, çiroz ayrı bir lezzetti, unuttuk gitti onu da. 
 
İSTANBUL EFENDİLERİ
Beykoz eşrafı hatırlı insanlardı, fakir fukarayı kollarlar. Ferit Bey, İbrahim Bey, paşa torunuydular büyük ihtimal. Babam Ahmed Bey'in gırgırında reisti o sıra. Ahmet Bey beni çok sever, yalının önünden eliyle bindirirdi motora. ‘Çek evladım Besmele’ni’ der, hasılattan bir buçuk hisse verirdi bana. 13-15 yaşında bir çocuk için deli para. Ahmet Bey’in manyatçılık yaptığı zamanlar da oldu. Biz Tevfik Paşa Yalısı önünden çevirirdik, onlar biraz daha ileriden kendi yalılarının önünden salarlar. Bazen erken geliriz “e haydi baba!” ‘Önce Ahmet Beyler çevirsin, biz ondan sonra.’ Büyüğe saygı vardı zira. Bize yer satmışlardı hiç unutmam, o ayki taksidimizi götürdük, senetleri yırttı attı ‘tamam çocuklar’ dedi, ‘hesap kapandı, girmeyin artık sıkıntıya.’ Bir ara Fıstıkaltı'nda arazi ölçüyorlar, yanında tapucular. Babamla abim selam verip geçiyor. Seslendi  ‘Reis gelir misin buraya!’ Memura dönüyor: Yaz oğlum bir parsel de bunlara. Babam ‘sağ ol ağam’ diyor, ‘bizim yerimiz yurdumuz var, ver başka bir arkadaşa.’ Ki şimdi trilyon eder, demek gözleri yokmuş kimsenin malında.
Uyan da balığa gidelim!
AYAĞIMIZA MI SIKIYORUZ?
Balık süratli, ama bugün tekneler daha süratli. Kafasına kafasına biniyor, kaçacak yer bırakmıyorlar. Boğaz’ın ortası kanaldır, hayvancıklar soğukta derine iner yatarlar. Artık orada da huzur yok, tepesine çöküyorlar. Zemin yuva gibidir "yatak" deriz biz ona. Trolcüler dibini kazıyor, yumurta koymuyorlar. Orkinos yavruları palamut diye satılıyor saflara. Hâlbuki şu an lezzetli değil, kıpkızıl kan. Bırak büyüsün semizleşsin, yakaladığına değsin. Radarda gördükleri hâlde ufak balıkları çeviriyor, sonra da öldük bittik muhabbeti yapıyorlar. Bilmem ayağımıza mı sıkıyoruz acaba?
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.