BALDIRANLA ZEHİRLEDİLER BENİ

A -
A +

Ordu’nun eski Çaybaşı Belediye Başkanı Kâmil Uzun antikalara olan merakı ile tanınıyor etrafında. Evi müze gibi; rastgele bir parça seç, saatlarce anlatsın sana.
Toplama merakım çocukluğumdan beri vardı diyor, akranlarım doktor mühendis olmak isterdi, ben arkeolog olacağım derdim soranlara.
Hafta sonları Ünye’ye giderdim. O zamanlar otobüs, minibüs neredee? 30 kilometre yürürdük güle oynaya. Nineme dedemden bir torba gümüş kalmış, her gidişimde birkaç tane sıkıştırırdı avucuma. Tedavülden kalktığından haberi yok. Doğrusu ben de bilmiyordum, verdim bakkala. “Evladım bunlar bizde geçmez, kuyumcuda bozdur ondan sonra!”   
O gümüşler koleksiyonumun ilk parçası oldu ve virüs girdi kanıma. 

BALDIRANLA ZEHİRLEDİLER BENİ

ALMAM LAZIM
Halamın oğlu asker dönüşü gramofon getirmişti. Aleti kurdu bıraktı, bir kadın okumaya başladı, “Makaram sarı bağlar!” Ben de mi alsam acaba? İmtihan için Halkalı Ziraat Mektebine gitmiştim, Kapalıçarşı’ya uğradım, bir gramofon buldum, vurdum sırtıma.
Döndüm, baktım esnaftan Hasan Dayı da almış bir tane. Sanki onunki daha mı yakışıklı ne? Talip oldum ona da.
- İyi de ben onu sattım evladım.  / - Kime?
- Ünye’de Cerrahoğlu’na.
- Kaça?
- On kâğıda.
Bana dese fazlasını verirdim oysa. Neyse gittim Ünye’de buldum. Baktım alet toz toprak içinde, atılmış kenara.
Direkt mevzuya girdim. “Dayı satar mısın bunu bana?”
Al senin olsun, zaten iğnesi bulunmuyor buralarda.
İlerleyen yıllarda fotoğraf makinesine heves ettim, annemde nakit yoktu, iki teker fındık verdi bana. Öğretmen olunca maaşı eski eşyalara yatırdım. Ev doldu taştı, somya altlarından çatı aralarına...       
Çaybaşı Manastır köyünün bir mezrası, eskiler Çilederen derlermiş ona.
1800’lerin sonlarında Rumlar İkizce’yi, Çandır’ı, Kaynarpınarı almış, gelmiş dayanmış buraya. Bizimkiler bir avuç ama teslim olmuyor, mevzi kazıp karşı koyuyorlar. Müsadere ta Ünye’den duyuluyor. Bölük Komutanı Ahmet Halid gelip baksa kadınlar da ayakta, nevale mühimmat taşıyor kocalarına.
Çaybaşı 1913 - 20 arası çok eziyet çekmiş. Ermeniler hamile hanımların karınlarını yarmışlar.  Bakın bu tüfek Manastır Muhtarı Halil Çavuş’un. Halkını korumak için almış, Ermeniler pusuya düşürmüş, kafasını kesip çakmışlar kazığa!..
Daha niceleri... Unutulmasın dedik, bir şehitlik ve abide yaptık oraya.
Harb-i Umumi yıllarında Avrupa gayrimüslimleri silahlandırır, yetmez gibi Rusya’dan militan getirirtirler ayrıca.
Müslüman Gürcüler de Anadolu’ya sığınır. Karadeniz sahillerinin Batum’dan farkı yok, yerleşirler buralara.

ELİNİ BELİNE ATINCA
Gürcüler çok beceriklidir, Sefer Ağa usta bir değirmencidir mesela. Hekimoğlu İbrahim’e de iş verir yanında.
Niksar tarafından Ayşe adlı kimsesiz bir kıza da babalık yapar. Bir Gürcü genciyle (Seyyid Ağa’nın oğlu) nişanlar.
Hekimoğlu gün boyu değirmende, kız yemek getirip götürür. Laf, söz olur halk arasında.
Nişanlısı dert yanınca Sefer Ağa “Çağırın İbrahim’i gelsin” der.   O ara bi’ gerginlik çıkar, damat adayı elini beline atınca Hekimoğlu atik davranır ve  tetiğe basar.
Artık duramaz buralarda, çekip çarığını vurur dağlara. Arkadaşları Alanlı Osman ve Mehmet Çavuş da katılır onaBiteviye mekân değiştirirler, nerede akşam orada sabah.
Çete zamanla güçlenir.  
 Molla Mustafalara, İsmail Hocalara haber yollar, sen altı koyun getir, sen bir batman yağ! Pirinç de buldurur, kazanlar kurdurur.
Ama içi rahat değildir. Bir ara “Beni affedin” teklifinde bulunur, “dağıtayım adamları, karışayım aranıza.”
- O kadar kolay mı? Kan var, kanun var ortada.

BU VAZİFE SANA
Bizim medeniyetimizde Robin Hood’luk yoktur. Kul hakkı dendi mi akan sular durur, velev ki kâfir de olsa…
Lakin, devletin sıkıntılı yıllarıdır. İsyanlar, kalkışmalar... Savaş zaten kapıda. Hekimoğlu’na gelesiye ne dertler var sırada.  İbrahim, mert cömert bir insandır, sevilir. Yer yer jandarma sıkıştırsa da halkın yardımı ile kurtulur her defasında.
Civar vilayetlerin mutasarrıfları “Bu iş böyle gitmez” derler, “her eline silah alan dağa çıkacak olursa...”
Şakir Çavuş’u çağırırlar. Bu vazife sana!
- İyi ama biz Gürcü’yüz, niza çıkmasın Türklerle aramızda?
Ona mühürlü imzalı evrak verirler. “Bu devlet işi ve sen emir kulusun. Mesuliyet bizde, kimseye aldırma.
- İyi de tüfeklerimiz çok zayıf namlu ısındı mı mermi ayağımızın dibine düşüyor.
Oturaklı bir Alman tüfeği uzatırlar, “Şu işi hallet, silah sana!”
Lakin kimse yerini göstermez, sır vermez. Fatsa Kaymakamı iki Rum tecir (çerçi) getirir. Tudor ve Yorika. “Hekimoğlu’nu buluruz, bizden kaçmaz.”  
Nitekim haber gelir, “Kendi köyünde şu anda!”

KUŞATMA ÇATIŞMA
Şakir Çavuş bir manga askerle gider. Yaşlı bir kadına “Biz Hekimoğlu’nun adamlarıyız” der, “haber ulaştıracağız ona!”
- Kimi kandırıyorsun. Onlar bey gibi giyinir, tiril tiril kıranta.
Şakir Çavuş çantasını açar, bir kıyafet ki kumaşın hasından. “Bunun gibi mi?
Tamam şimdi inandım sana. Yamacı gösterir, “Teee şu bacası tüten konakta!”
Bakarlar bir kadın çıkar lahana koparır güya, sonra yine gezinir çapa mapa. Etrafı keser kuşkulu bakışlarla…
Gidip evi kuşatırlar.
- İbrahim, teslim ol, jandarma!
Silahla karşılık verir.
- İbrahim yanlış yapma, devlete karşı koyma!
Bütün gece çatışırlar, Şakir Çavuş samanlığı ve ambarı yaktırır. “Bak evi de yaktıracam, yazık olacak sana!”
Şafak sökmek üzere, yorgunluk çökmüş, zihin bulanmış, uyku tavanda...

BASİRET BAĞLANINCA...
Şakir Çavuş “Hasan sen Gürcüce bilirsin” diye fısıldar, git karşıdan “Komutan’ım mermim bitti” diye bağır bana.  
Hekimoğlu zokayı yutar, pencereden atlar. Ve  kurşun yağar ardı sıra. Bakarlar kan izi, vurulmuş düşmüş çalılar arasına. Bir yandan da bağırır: “Hekimoğlu vuruldum, öcümü koma!”  
Şakir Çavuş “Seni de sesini de tanıyorum İbrahim” der, “hedef saptırma boşuna!”
İçlerinden bazıları, “Öldürelim gitsin Komutan’ım” derler, “sıkalım kafasına!”
- Hayır biz katil değiliz, hem amirlerime söz verdim, diri yakalarsam diri. Kimseye dokundurtmam. Haydi toplanın iniyoruz aşağıya.
- Çok yorulduk Komutan’ım, bari bir kahve içeydik şurada.
- O zaman İbrahim’e de yapın, yazık bak ızdırabı var.
İçlerinden biri Hekimoğlu’nun kahvesine baldıran zehri katar, birden rengi değişir, can verir oracıkta.
Kâmil Başkan “Bunları Dursun Amca ile Şakir Çavuş’un oğlu Mehmed’den dinlemiştim. İkizce’de öğretmenken Kurtköylü Mustafa’ya da sordum, aynısını anlattı bana.

TERAZİ LASTİK JİMNASTİK
Müze evde her eşyanın bir hikâyesi var. Başkan’ımızın muhabbeti de çekiliyor ayrıca.  
Duvarlarda tablolar, hat levhaları... Dolapları lebalep dolu, Sürmene bıçakları, kamalar, hançerler, yatağanlar, yeniçeri kılıcından çoban çakısına.
Mezar tahtaları, insan külleri, camlaşmış gergedan boynuzları... Demek Ünye Fatsa arası Serengeti gibiymiş zamanında.
Değişik devirlere ait yüzlerce mengene, balyoz, kandil, semaver, ibrik, sini, balta... Kolonya şişeleri, tespihler. Oltu’su, kehribarı,  kukası...
Cep, kol ve duvar saatleri. Köstekliler rakkaslılar, guguklular...
Kolyeler, küpeler, bilezikler, halhallar. İnci, mercan serapa...
Körüklü kameralar, lambalı radyolar,  ağızlıklar, marpuçlar.
Yüzlerce çakmaktan  birini uzatıyor “İran Şahı vermişti filan yılda!”   Eski ütüler, dikiş makineleri, çini sobalar... Bakır ve çinko sahanlar, şimşir kaşıklar, çarıklar, çoraplar, bastonlar.  Sustalar, muştalar, değişik çap ve ebatlarda onlarca tabanca.
Çömlekler, amforalar, para küpleri, sikkeler, mangırlar.
- Altınlar da vardı devlete bağışladım.  Sayın Vali’miz Orhan Düzgün ile mutabakata varmıştık, bir müze açacaktık Çaybaşı’nda!..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.