A Plânı havuç, B Plânı sopa!..

A -
A +

Türkiye, ABD ile yürütülen müzakerelerde, istediklerine ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, AK Parti lideri Erdoğan'ın da itiraf ettiği üzere, yine de hep zararlı çıkacaktır! Hali hazırda yapılmaya çalışılan, ülkeyi mümkün olan en az zararla bu badireden sıyırmak... Ancak, bazıları bilerek veya bilmeyerek, kavramları yanlış kullanıyor. Zira bunlar, kendilerine göre kâr-zarar hesabı yapıyor. Evvela bir önemli hususu unutmamak gerekiyor. Yani, savaş çıkması halinde, şartlar ne olursa olsun (ABD'nin yardım paketi ne kadar esnek olursa olsun) ülkemiz hep zararlı çıkacak... Türkiye'nin "kârlı" kabul edilebileceği tek durum, savaşın olmamasıdır. Ancak bu konudaki iyimserlikler, ne yazık ki artık tükenmiş bulunuyor! Peki müzakere, yahut bazılarının ısrarla kullandığı deyimle "pazarlık" masasında Türkiye'nin elini en çok zayıflatan şey nedir? Tabii ki ekonomik zafiyet, yani borç, yani paraya olan ihtiyaç... Böyle olunca da "havuç" ve "sopa" diye özetlenebilecek A ve B Planları masadan eksik olmuyor. (Diyorlar ki, ya A Planına göre, istediğimiz her şeyi yerine getirip vereceğimiz birkaç kuruşu mükâfat olarak kabul edersiniz... Ya da B Planını devreye soktuğumuzda keseceğimiz cezaya razı olursunuz!) Başından beri Amerika'nın dayattığı, (Bir hafta içinde, üç günde, 21 Şubat'a kadar, gün bitimine kadar kararınızı verin, diye sıkboğaz ettiği) ve Türk diplomatların masayı zaman zaman terk etmek suretiyle tepki gösterdiği şey, bundan ibaret. Kuzeyden cephenin avantajları işin kılıfı, Türkiye'nin stratejik önemine yapılan atıflar da, havucun sosu mertebesinde... Amerika, soğuk savaş döneminden beri, Türkiye'nin jeopolitik önemini, Körfez'e en yakın üs konumunda olduğu için, hep ön planda tutmuştur. 1990'a kadar, Sovyetler Birliği'nin Körfez'e yapacağı bir müdahale karşısında, en yakın ve en acil müdahale cephesi olarak görüyordu. Şimdilerde ise, kendisinin müdahalesi için aynı görevi ifa etmesini bekliyor... Şartlar ve olaylar ne kadar değişse de, Türkiye'ye bakış açısı fazla değişmiyor. Diğer taraftan, Türkiye de durumu lehine pek fazla çeviremiyor! Eninde sonunda uzlaşma noktasına geliyor. İşte 23 yıl öncesinden bir örnek: Tarih 19 Ekim 1980... Türkiye, herhangi bir yazılı garanti almadan Yunanistan'ın NATO'nun askerî kanadına dönmesine izin verdi. Aynı gün, IMF Türkiye'ye 92 milyon dolar tutarındaki kredi dilimini serbest bıraktı. Beş gün sonra da ABD, Türkiye'nin 350 milyon dolarlık borcunu bir müddet için erteledi. Bundan üç ay sonra, yani 29 Ocak 1981'de de Londra'da toplanan ve 16 bankanın temsilcilerinden oluşan konsorsiyum, Türkiye'nin 3.2 milyar dolarlık borçlarını, 7 ila 10 yıl süreyle ertelemeyi kararlaştırdı. Görüyorsunuz ki, değişen unsur, sadece rakamlar. Şimdi de, Amerikan askerlerini topraklarımızda konuşlandırma iznine karşılık, IMF'nin 1.6 milyar dolarlık kredi dilimini serbest bırakmasını (IMF kredisinin Irakla alakası olmamakla birlikte, nedense hep geriye atılıyor!) ve ABD'ye olan askerî borçların bir kısmının ertelenmesini bekliyoruz. Ama bunun için, asker konuşlandırma izni de yetmiyor. Onların yiyeceği makarnanın vergi dışı kalmasından tutun da, yakalarına takacakları kokart masrafına kadar, bizden çok şey isteniyor. Sadece Irak için değil, mesela Kıbrıs için de Türkiye'den önemli tavizler isteniyor. İşte BM Genel Sekreteri Kofi Annan da bu istekler için üstelemeye geldi! Vaktiyle Demirel boşuna demiyordu ya; "Bu kadar borcunuz varken dış politikayı istediğiniz gibi yürütemezsiniz..." Yani demeye getiriyordu ki, havucu da sopayı da dikkate almak zorunda kalırsınız! Kıran kırana pazarlıkların süresi uzun veya kısa olabilir. Ancak önemli olan pazarlık bitiminde elde edilen şeylerin, isteklerimizin ne kadarını karşıladığıdır...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.