Kimseye karışmamalı mı?

A -
A +

Kimseye karışmamak, iki şekilde anlatılmaktadır. Birincisi, insanın kendi vazifelerini yerine getirmesi, başkalarının haklarına riayet etmesi, onların işlerine, hallerine karışmaması, dedi-kodularını yapmaması şeklindedir. İkincisi ise, imanı, itikadı, ameli bozuk olup felaket yoluna sapanlara karışmamak şeklindedir. Birinci şekli dinimiz tavsiye ve emrediyor. Fakat ikinci şeklin ise, doğru olmadığını bildiriyor. Çünkü dinimizde, "Ben kurtuldum, başkası ne olursa olsun ve kimsenin işine karışmam, yanarsa yansın" diye bir hüküm, bir emir hatta bir tavsiye yoktur. Hatta dinimiz, her Müslümanın; "Hiç kimse yanmasın, helak olmasın" düşüncesinde olmasını tavsiye ve emrediyor. Zira İmrân sûresinin 110. âyetinde meâlen; (Siz, insanlar için hayırlı ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder. Fenâ şeyleri menedersiniz) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Ortalık karışır, yalanlar yazılır. Âdetler, ibâdetlere karıştırılır ve eshâbıma dil uzatılırsa, doğruyu bilenler, herkese bildirsin! Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde, bildirmeyenlere olsun! Allahü teâlâ, böyle âlimlerin ne farzlarını, ne de başka ibâdetlerini kabûl etmez) buyurmaktadır. ? "Ey îmân eden kullarım!" Bazı kimseler; Mâide sûresinin 108. âyet-i kerîmesini ki meâlen; (Ey îmân eden kullarım! Kendinize dikkat ediniz! Doğru yolu bulursanız, başkasının sapıtması size zarar vermez) buyurulduğunu ileri sürerek, burada, kimseye karışmamalı deniyor diyorlar. Halbuki İslâm âlimleri, müfessirler bu âyet-i kerimeyi açıklarken; "Buradaki doğru yolu bulmak için, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri de yapmak lâzımdır. Yani âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mümin kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez) buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerîmenin, ne zamân ve ne için geldiği ve bundan sonra emr-i ma'rûf ve nehy-i münker hakkında, nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler emir buyurulduğu, kitâblarda yazılıdır" buyurmaktadırlar. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; "Bir kimse, bir günâh işleyeni görüp de menedince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulunduğu zamân, acabâ menetmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlimlerin elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı bir zamânda îmânı izhâr için olunca, böyle zamânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ da söylüyor" buyurmaktadır. Peygamber efendimiz başta olmak üzere bütün Peygamberler, Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Selef-i sâlihînin hepsi, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmış ve bu uğurda çok uğraşmışlar, sıkıntılara, eziyetlere, cefâlara katlanmışlardır. Kimseye karışmamak, dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı. Emr-i ma'rûf yapmamak iyi olsaydı, günâh işleyen bir kavim helâk olurken, bunlara emr-i ma'rûf yapmayan âbid de, birlikte helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, 'filân şehri yerin dibine geçir' diye emretti. Cebrâîl, 'yâ Rabbî! Bu şehirdeki filânca kulun sana bir ân isyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor' deyince, onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerecik yüzünü değiştirmedi) buyuruldu. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, faydalarını açıklamak, din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezâdan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamaya, dikkat etmelidir. Dikkat ile çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu nimet bilmelidir. Peygamberler, Allahü teâlânın emirlerini bildirirlerken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmamıştı. Emr-i ma'rûf yapmak... Emr-i ma'rûf yani Allahü teâlânın emirlerini insanlara bildirmek, iki sûrette yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebep olunabilir. İkinci yol, hâl ile, İslâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanûnlara uymak, kul haklarını ödemek, en tesîrli, en faydalı nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki: "lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır" demişlerdir. Yani hal ile, yaşayarak göstermek, öğretmek, söz ile anlatmaktan üstündür. Görülüyor ki, İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak ve doğru yazılmış kitapları insanlara vermek, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmanın yani İslâmiyyeti anlatmanın en güzel yoludur.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.